2010-12-27

Abdülhamid Han'a göre Jön Türkler

Abdülhamid Han'a göre Jön Türkler


“... Ve daha garib bir tecelliye bakınız ki, “Genç Osmanlılar”ı da “Jön Türkler”i de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi!.. Bunların dediği yapılırsa, Osmanlı İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!... Bârî son kalan bir avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?.. İnşaallah!..



Evlâdım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati, koskoca yeryüzünü gezip tozdukları hâlde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdâd kanı ile sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar!

Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleriyle dalaşıyorlar, ama Osmanlıları bölüşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu hâlde, bu düşüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir mânâ çıkaramıyorlardı ?

Söyledim, yine söyleyeceğim, anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi bir çok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrûtiyet, ülkenin unsur-i aslîsi için (temel unsur) ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir Cezâyirli meb’ûs varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Arap meb’ûsu bulunmasını istemeye kalkıyorlar!..

Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular!

Kendilerine “Jön Türkler” denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir te’sirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi...

Fakat ben buna rağmen, kendileriyle ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bâzı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesiyle büyük yardımlarda bulundum, bâzı kimselerin memleketten para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefetleri yanlış da olsa namuslu kalsın diye!..

Ahmed Celâleddîn Paşa’nın Mısır’da Ali Kemâl Bey’den aldığı mektubu görmüştüm. Bu mektup her hâlde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Bahaddîn Şâkir, Dr. Nâzım, Dr. İbrâhim Temo’nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımıyla yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gösteriyordu.

Avrupa’da, Mısır’da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat mason locaları, bütün tâkiblerimize rağmen? “İttihâd ve Terakkî’ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak hâline geldiler. İşte Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin hikâyesi de budur.”



Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri; sh. 60

Nedir, Kimdir Bu Jön Türkler ?

Nedir, Kimdir Bu Jön Türkler ?


On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde batı tarzı idare ve fikirlerin gelişmesi için çalışan kimselere verilen ad. “Yeni Osmanlılar” ve“Genç Türkler” de denilen bu kimseler için, ilk defa Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa, bir Fransız gazetesine yazdığı mektubda, Fransızların aşırılık tarafdârı olanlar için kullandıkları “Jeunes Frances” tâbirine benzeterek “Jeunes Turcs” tâbirini kullanmıştır. Bu tâbir daha sonra Nâmık Kemâl ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek Türkçe telaffuzu olan Jön Türkler şeklinde kullanılmıştır. Böylece Türkçe’ye yerleşen tâbir, hükümete karşı olan bütün ihtilâlcilerin ortak adı olmuştur.





Avrupa’da rönesans hareketlerinin neticesi olarak, ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik gelişmeler, Osmanlı Devleti tarafından da tâkib edilmeye başlandı. On sekizinci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da meydana gelen bu ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tatbiki mümkün olanları almak üzere hey’etler gönderildi. Daha çok askerî sahada meydana gelen teknik gelişmeler alınarak uygulamaya konuldu. Bu sırada Macar asıllı mühtedî İbrâhim Müteferrika tarafından ilk matbaa kuruldu. Avrupa ile olan bu alışverişler kültürel ve sosyal hayat üzerinde de etkili olmaya başladı. Sultan birinci Mahmûd Han devrinde askerî ve idâri sahada bâzı yenilikler yapıldı. Sultan birinci Abdülhamîd Han devrinde de yeniliklere devam edildi. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında bilhassa askerî sahada zamanın îcablarına göre köklü yenilikler yapıldı. Nizâm-ı Cedîd adı verilen askerî teşkîlât kuruldu. Siyâsî, idâri, mâlî ve iktisadî konularda da bâzı yenilikler yapan üçüncü Selîm Han, Kabakçı Mustafa isyânı neticesinde tahttan indirilip şehîd edildi. Üçüncü Selîm Han’dan sonra pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han-ı Adlî zamânında da yenilik hareketleri devam etti. 1826’da asıl gayesinden uzaklaşıp, bir ihtilâl ve anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırılarak Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. İlmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek için Avrupa’ya talebe gönderilmeye tekrar başlandı.





Osmanlı Devleti’nin parçalanma ve yıkılmasını plânlayan hıristiyân Avrupa devletleri, tahsil için Avrupa’ya gönderilen bu talebeleri ve Osmanlı devlet adamlarını elde ederek kendi plânlarına uygun şekle getirmeye çalıştılar. Paris ve Londra büyükelçiliklerinde bulunan batı kültürü hayranı, İslâmî bilgilerden uzak yetişen Mustafa Reşîd Paşa’yı aldatarak mason yaptılar. Tahsîl için giden talebeler de Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına yönelik Avrupai fikirlerin te’sîrinde kaldılar. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mustafa Reşîd Paşa’nın ihanetini görerek idamını emrettiyse de ömrü vefâ etmedi. Pâdişâh’ın vefâtından sonra İstanbul’a dönen Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları, İngilizlerin isteği doğrultusunda hazırladıkları Tanzîmât fermanını bir hileyle sultan İkinci Mahmûd’un yerine geçen on sekiz yaşındaki genç ve tecrübesiz pâdişâh Abdülmecîd Han’a tasdik ettirerek 1839’da ilân ettiler (Bkz. Tanzîmât). Garblılaşmak ve yenilik adıyla ileri sürülen ve gayr-i müslimlere yeni haklar tanıyan bu ferman müslüman ahâlî tarafından tepki ve nefretle karşılandı. Tanzîmât fermânıyla yeni imtiyazlar kazanmakla beraber, memnun da olmayan gayr-i müslim tebea, Rusya ile batılı devletlerin de tahriki netîcesinde temeli Fransız ihtilaliyle atılan milliyetçilik hareketlerine kalkıştılar. Sadrâzam olan Mustafa Reşîd Paşa iş başına gelir gelmez, büyük şehirlerde mason locaları açtırdı. Gençleri din câhili, İslâm düşmanı olarak yetiştirmeye gayret etti. Masonları işbaşına getirdi. Mustafa Reşîd Paşa’dan sonra sadrâzam olan Alî Paşa da İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hazırladığı Tanzîmât fermanından daha fazla tâvizleri ihtiva eden Islâhat fermanını uygulamaya koydu (Bkz. Islâhat Fermanı). Bu dönemde garb modası, Avrupa’nın âdet ve gelenekleri İstanbul’da yaygın bir hâl aldı. İngiliz kışkırtma ve desteğiyle açılan 1853-1856 Kırım harbi, devleti zor durumda bıraktı. Avrupa’dan borç almak durumuna gelindi. O günden sonra devlet, borç ve sıkıntılardan kurtulamadı.





Sultan Abdülmecîd Han’ın vefâtından sonra pâdişâh olan Abdülazîz Han, Avrupalıların ilim ve tekniği dışındaki örf, âdet ve geleneklerinin alınmasına karşı çıktı. İlmî ve teknik gelişmelerin öğrenilmesi ve tâkib edilmesi için, önceki pâdişâhlar döneminde başlatılan Avrupa’ya ilim tahsili için talebe göndermeye devam etti. Tahsîl için gönderilen Türk İslâm kültüründen mahrum bu gençler, gönderiliş maksadlarını unutarak garblıların âdet ve gelenekleri ile Osmanlı Devleti’ni yıkmaya yönelik bozuk fikirlerinin te’sirinde kaldılar. Tanzîmât hareketlerini yeterli görmeyip, devletin mevcut sisteminin değiştirilip meşrutî sisteme geçilmesini istediler.Böylece Jön Türk (Yeni Osmanlılar) hareketi ortaya çıktı. Şinâsî, Nâmık Kemâl ve arkadaşları, çıkarttıkları Tasvîr-i Efkâr ve Tercümân-ı Ahvâl gazetelerinde pâdişâhı ve Bâb-ı âlî hükümetlerinin icrâatlarını dolaylı olarak tenkîd ettiler. 1865 yılı Haziran ayı içerisinde de altı kişilik bir grup hâlinde toplanarak İttifâk-ı hamiyyet adında gizli bir dernek kurdular. Tanzîmâtçılardan Âlî ve Fuâd paşaları ülkede meşrûtiyetin kurulmasında en büyük engel gören Sağır Ahmed Bey’in oğlu Mehmed, reji komiseri Nuri, Kayazâde Reşâd, Subhi Pazaşâzade Âyetullah ve Nâmık Kemâl tarafından, İbn-ül-Emîn’e göre; Mustafa Fâzıl Paşa’nın da yardımıyla kurulan, daha sonra Yeni Osmanlılar adını alan cemiyet, İtalyan Karbonari (Carbonari) teşkilâtının programını benimsedi. Fikrî liderliğini Şinâsî’nin yaptığı cemiyetin esas lideri ise Mehmed Bey idi. 1865’de Şinâsî’nin Paris’e kaçması üzerine cemiyetin fikrî liderliğine Nâmık Kemâl getirildi. İlk toplantı Sağır Ahmed Bey’in yalısında yapıldı. Daha sonra Ziya Paşa, Ali Süâvî, Ebüz-Ziyâ Tevfik, Mir’ât mecmuası sahibi ve Agâh Efendi’nin de üyeleri arasına girdiği cemiyet hızla büyüdü ve kısa bir müddet içinde, üye sayısı 245’e yükseldi. Vezirler, askerler ve edebiyatçılardan girenler hayli fazla idi. Bunların gayesi; Âlî Paşa’nın şahsî, ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devletde hür bir idare te’sis eylemek” idi. Bunun için önce Âlî Paşa’yı devirecekler, sonra da yerine, yeni usûlü kabul edecek, hürriyet esâslarına bağlı bir şahsı getireceklerdi. Bu gayelerini tahakkuk ettirmekde, Âlî Paşa hâriç; Fuâd Paşa, Şirvânîzâde Rüşdî Paşa, Mısırlı Sami Paşa, Yûsuf Kâmil Paşa, Midhat Paşa gibi devletin ileri gelenlerinden yardım umuyorlardı. Abdurrahmân Şeref Efendi’nin bildirdiğine göre; cemiyet hâlini alan bu gençler, yeni kabineyi terkîb edecek zevatı tâyin eylemek üzere, bir gün Ayasofya Câmii’nde toplanmışlar; nezâretlere, münevver (aydın), dürüst insanları aday göstermişler, fakat Âlî Paşa’nın yerine getirilecek şahısta anlaşamamışlardı. Necîb Paşa’nın torunu ve Sağır Ahmed Bey’in oğlu olan Mehmed Bey, amcası Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesi üzerinde ısrar etmiş, ancak diğerleri bu makama Ahmed Vefik Efendi’yi lâyık görmüşlerdi.





Ayasofya toplantısından sonra, hükümet durumu haber alıp, takibata girişti. Cemiyetin ileri gelenlerinden bâzıları Mahmudiye gemisinde tevkîf edildi. Bunun üzerine Yeni Osmanlılardan bâzıları Avrupa’ya kaçarak pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde faaliyet göstermeye başladılar. Hindistan ve Uzakdoğu ile Kuzey Afrika taraflarındaki müslüman topraklarını işgal eden İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler de, kurulu Osmanlı düzenine ve Abdülazîz Han’a karşı gelişen bu hareketi memnuniyetle desteklemekten geri durmadılar. Büyük devletlerin Osmanlı Devleti içindeki hıristiyan azınlıkların her işine karışmaları ve devleti zor duruma sokmaları üzerine Abdülazîz Han da, diğer devletlerin hâkimiyetinde olan müslümanlara daha çok destek verip teşkilâtlandırmaya başladı. Mısır hıdivi İsmâil Paşa veraset usûlünü değiştirerek kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum edince, ikbâl küskünü olan Mustafa Fâzıl” Paşa, Abdülazîz Han’la, Alî ve Fuâd paşalara karşı düşman kesilerek intikam almak için Avrupa’daki Yeni Osmanlıların arasına katılıp maddî ve manevî bakımından onları destekledi. Paris’e gelir gelmez yeni Osmanlılar tarafından çıkarılan Liberte gazetesinde sultan Abdülazîz Han’a hitaben Fransızca bir açık mektup yayınladı. Mektubunda devletin durumu konusunda bâzı açıklamalar yaptı ve çeşitli reformların yapılmasını, meşrutî sisteme geçilmesini teklif etti. Etrafını almış olan devlet ileri gelenlerinden Âlî ve Fuâd paşaların hâin ve bilgisiz kimseler olduğunu ileri sürdü. Nâmık Kemâl, Ebüz-Ziyâ Tevfik ve Sâdullah beyler tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Tasvîr-i Efkâr gazetesi idarecileri tarafından çok sayıda basılarak dağıtılan mektup, Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûbları arasında büyük heyecan uyandırdı.





Yurt içindeki ve dışındaki Jön Türkleri kendi siyâsî geleceği için tehlikeli gören Âlî Paşa, bu mektubu bahane ederek harekete geçti. Âlî kararnamesini çıkararak basına sansür koydu. Jön Türklerin liderlerinden olan Ali Süâvî Kastamonu’ya gönderilirken, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa da taşra me’mûriyetlerine tâyin edildiler. Bu sırada Mustafa Fâzıl Paşa çevirdiği bâzı karanlık işler dolayısiyle, Fransa’da yayınlanan Le Nord gazetesinde hakkında çıkan bir haberi tekzîb için yazdığı mektupda, Jeunes turcs (Jön Türk) tâbirini kullandı. Mektup İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan Courrier d’Orient gazetesinde neşr edildi. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbir gazetesinde Türkçe’ye çevrilen mektupda geçen ve Yeni Osmanlılar karşılığı olarak kullanılan Jön Türk adı, Ali Süâvî ve Nâmık Kemâl tarafından de benimsendi. Bu tâbir uzun müddet Osmanlı topraklarındaki ihtilâlcilerin ortak adı olarak kaldı.





Âlî Paşa’nın Jön Türklere karşı giriştiği hareketi haber alan ve büyük servet sahibi olan Mustafa Fazıl Paşa, Jön Türklerin liderlerini Paris’e çağırdı. Mayıs 1867’de bir Fransız vapuruyla İstanbul’dan ayrılan Jön Türkler Paris’e gittiler. Böylece Yeni Osmanlılar cemiyeti, Paris’e taşındı. Paris elçiliği me’mûrlarından Kani Paşazade Râfet Bey de onlarla işbirliği yaptı. Sürgün edildiği Kastamonu’dan kaçan Ali Süâvî de, Paris’te onlara katıldı. Daha sonra da Londra’ya giderek, 31 Ağustos 1867’de Muhbir gazetesini neşretti. Mustafa Fâzıl Paşa’nın maddî desteğiyle Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine girişen Jön Türkler, biri sönüp diğeri açılan ve sayıları gittikçe çoğalan gazete ve dergilerinde, mükemmel bir fikir sisteminin ifâdesi ve îzâhından ziyâde belli başlı bir kaç nokta üzerinde durdular, hep aynı şeyleri tekrarladılar. Nâmık Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin kalemleri ile dile getirdikleri bu fikirler; Osmanlı Devleti’ne meşrûtiyet idâresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai tarzda hak ve hürriyet verilmesi şeklinde özetlenebilir.





Jön Türkler hareketi içinde zamanla görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bir kısmı ihtilâl ve kanlı mücâdele tarafdârı idiler. Bâzıları da fikrî mücâdeleye devam edilmesini ve din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesini istiyordu. Ali Süâvî ve Mustafa Fâzıl Paşa birinci kısımda, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ise ikinci kısımda yer aldı. Bu görüş ayrılıkları sebebiyle diğerlerinden ayrılan Ali Süâvî, Londra’da çıkardığı Muhbir gazetesinde görüşlerini açıkladı. Nâmık Kemâl, Ziya Paşa ve arkadaşları ise, Jön Türklerin resmî yayın organı hüviyetinde olan Hürriyet gazetesini Paris’te 29 Haziran 1868’de çıkarmaya başladılar. Bu gazete ile görüşlerini anlattılar. Londra’daki Muhbir gazetesi kapanan Ali Süâvî, Paris’e gelerek Ulûm gazetesini çıkarmaya başladı.





Sultan Abdülazîz Han 1867 senesinde Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında Jön Türklerin bâzı ileri gelenleriyle görüştü. Pâdişâh’tan af dileyen ve kendisine nâzırlık verilen Mustafa Fâzıl Paşa’nın maksadına kavuşup aralarından ayrılması ve Osmanlı Devleti’y’e dost geçinmek isteyen Fransa ve İngiltere hükümetlerinin nezdinde itibârları kalmaması sebebiyle Jön Türkler iyice parçalandılar. Neticede baştan beri süre gelen anlaşmazlıklar, daha da artarak küçük grublara ayrıldılar. 1870 senesi sonlarında Nâmık Kemâl, aracılar yoluyla sadrâzam Alî Paşa ile barışarak İstanbul’a döndü. Eylül 1871’de Âlî Paşa’nın ölümünden sonra diğer Jön Türkler de yurda dönmek için hazırlığa başladılar. 1871 ve 1872 seneleri içinde Ali Süâvî ve Mehmed Bey dışındaki Jön Türkler de İstanbul’a döndüler. Bir Kısmı Pâdişâh’dan özür dileyerek devlet kademelerinde vazîfe aldılar. Bâzıları da yayıncılık faâliyetlerine devam ettiler. Nâmık Kemâl, Haziran 1872’de İbret gazetesini çıkardı. Başyazarlığını yaptığı İbret gazetesinde Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî’ye yönelik tenkidleri ve Vatan yâhud Silistre piyesinin oynanması sırasında başgösteren olaylar ürerine 1873’de Kıbrıs’a sürgün edildi.





Bu sırada Jön Türklerden bâzıları tutuklandı. Nûrî ve Hakkı beyler Akka’ya, Ahmed Midhat Efendi ile Tevfik beyler ise, Rodos’a sürüldüler. Bütün bunlara rağmen Jön Türklerin bir kısmı gizli faaliyetlerine devam ederek Midhat Paşa’nın etrafında toplandılar. Mayıs 1876’da sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinden sonra sultan beşinci Murâd tahta geçince, idareye hâkim olan Şûrâ-yı devlet reisi Midhat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, harbiye kumandanı Süleymân Paşa gibi kimseler Jön Türkleri sürgünden çağırıp çeşitli vazifeler verdiler. Kıbrıs’tan çağrılan Nâmık Kemâl, Pâdişâh’ın özel kâtipliğine, Sâdullah Bey ise, mâbeyn başkâtipliğine getirildi. Jön Türklerin yeni pâdişâhdan memnunlukları uzun sürmedi. Rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilen beşinci Murâd’ın yerine pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han Meşrûtiyet’i ilân etti. Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlik havasından istifâde eden Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) cemiyeti bâzı zararlı faaliyetlerde bulundukları için, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından kapatıldı. Böylece kaybolup giden Jön Türkler hareketinin birinci devre faaliyeti sona erdi.





Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen hırîstiyan Avrupa devletleri ve Osmanlı hakimiyetindeki azınlıklarla işbirliği içinde bulunan ve faaliyetleri yasaklanan Jön Türkler, çeşitli sebeplerle tekrar Avrupa’ya kaçtılar. Yurt içinde ve dışında çeşitli gizli cemiyetler kurarak ve sayıları yüze varan dergi ve gazete çıkararak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsında Osmanlı Devleti’ne karşı kesif bir propagandaya giriştiler. Fransız ve İngiliz hükümet çevreleriyle sıkı bir işbirliği kurarak destek gördüler. Sultan beşinci Murâd’ı tekrar tahta geçirmek için gayret sarf ettiler. Ali Süâvî, Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı kalabalık bir grupla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı baskınını düzenledi. Çırağan Sarayı’nda bulunan sultan beşinci Murâd’ı sultan Abdülhamîd Han’ın yerine tahta geçirecekti. Beşiktaş inzibat işleri ile görevli mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle isyâncıların üzerine yürüdü. Bu baskın sırasında Ali Süâvî ve adamlarından 21 kişi öldürüldü, 17 kişi de yaralandı. Sağ olarak ele geçenler de dîvân-ı harbe sevk edilerek çeşitli cezalara çarptırıldılar (Bkz. Çırağan Vak’ası). Sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için masonlarla ve diğer hıristiyan Avrupa devletleriyle işbirliği yapan Jön Türkler, çeşitli gizli komplolar düzenlemeye devam ettiler. Çengelköy mason locasının üstâd-ı âzamı olan ve İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Kleanti Skaliyeri, Alman ve İngiliz mason localarının nüfuzlarını kullanarak İstanbul’daki Alman ve İngiliz elçilerini beşinci Murâd lehinde müdâhalede bulunmaya çağırdı. Fakat bu teşebbüsleri sonuç alamadı. Bu arada gizli komiteler kuran Jön Türkler, sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki gizli faaliyetlerine devam ettiler. Kleanti Skaliyeri evkaf teftiş kurulu me’mûrlarından Azîz Bey ve devlet şûrasının eski me’mûrlarından ve Nâmık Kemâl’in dostu olan Ali Şefkatî’nin kurduğu komiteye girdi. Bu komite de çeşitli darbe plânları hazırladı.





Devletin istihbarat teşkilâtının bu komitenin çirkin plânını tesbit etmesi üzerine, komite üyeleri komite karargâhının bulunduğu Azîz Bey’in evinde basıldılar. Skaliyeri, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkatî gibi kimseler kaçmayı başardılar. Yakalananlar tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırıldılar.





Diğer Jön Türkler gibi Avrupa’ya kaçan Ali Şefkatî, 1879-1881 yılları arasında Napoli ve Cenevre’de İstikbâl gazetesini çıkartarak gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye talebelerine gönderdi.





Avrupa’ya gönderdiği sürgünden döndükten sonra, sultan Abdülazîz Han’ın ölümüyle ilgili olduğu için, cezalandırılan Midhat Paşa’nın 1881’de Taife sürülmesi üzerine, İstanbul’daki Askeri idâdî talebelerinden Nedim, Saîd ve Cemâl Bey ismindeki arkadaşları çıkardıkları Sadâkat gazetesinde Midhat Paşa’nın sürgüne gönderilmesinin Kânûn-i esâsîye aykırı olduğunu iddia ettiler. Hilmi Hakkı Bey de, Cür’et gazetesini çıkararak Jön Türklerin fikirlerinin savunuculuğunu yaptı.





Ali Şefkatî’nin 1889’da Paris’te ölümü üzerine, Bursa Maârif müdürü iken Fransa ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü’sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek üzere Avrupa’ya giden Ahmed Rızâ, yurda dönmeyip Jön Türklere lider oldu ve kısa zamanda meşhûrlaştı. 1890 yılında İstanbul’da Mîzâncı Murâd tarafından çıkartılan Mîzân gazetesinde de Jön Türklerin meşrutiyetçi fikirleri işlendi. Daha sonra gazetesi kapatılan Mizancı Murâd, Mısır’a oradan da Avrupa’ya giderek Jön Türkler arasına katıldı ve Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeye yönelik faaliyetlere devam etti. Bu sırada İstanbul’daki Askerî Tıbbiye talebeleri daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alacak plan gizli İttihâd-i Osmânî cemiyetini kurdular. Her birisi Jön Türklerden olan bu genç talebelerin faaliyetleri tesbit edilince 1895’den sonra çeşitli yerlere sürgüne gönderildiler. Aralarından bâzıları Mısır’a ve Avrupa’ya kaçarak Osmanlı Devleti’ne ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat benimsedikleri fikirler yönünden çeşitli grublara ayrıldılar. Sultan Abdülhamîd Han tarafından Avrupa’ya gönderilen, serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’nın yaptığı gizli çalışmalar neticesinde, büyük bir kısmı ikna olarak ve muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler. Bunlar arasında Cenevre grubu lideri Mîzâncı Murâd da vardı. Ahmed Rızâ’nın etrafında toplananlar ise, yurda dönmeyerek ısrarla faaliyetlerine devam ettiler. Çıkardıkları çeşitli gazetelerle asılsız propagandalar yaptılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan beklediği ilgiyi göremeyen Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, 1899 yılında iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Avrupa’ya kaçtı. Hiç bir ideâle dayanmadan, sâdece sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın îtimâd ve teveccühünü kaybettiği için Avrupa’ya kaçan Ali Kemâl gibi gençler de Jön Türklere katıldı. Böylece biraz canlanır gibi görünen Jön Türkler hareketi içindeki görüş ayrılıkları da fazlalaştı. Fakat ortak gayeleri sultan Abdülhamîd’e karşı muhalefetti. Bunu, çıkardıkları çeşitli gazetelerde açıkça ortaya koyup işlediler. Jön Türkler 95 Türkçe, 8 Arapça, 12 Fransızca olmak üzere toplam 115 gazete çıkardılar.





4 Şubat 1902’de ermeni ve rum temsilcilerin de katıldığı birinci Jön Türkler kongresi Paris’de toplandı ve içlerinde pek az Türk vardı. Bu kongrede sultan Abdülhamîd Han’a karşı mücâdelede tâkib edilecek yol ile ilgili görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Jön Türklerden bir kısmı Ahmed Rızâ’nın etrafında toplanarak Meşveret gazetesini çıkardılar. Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti adıyla ayrıldılar. Prens Sebahaddîn ve arkadaşları ise, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkî gazetesini çıkardılar. Bundan sonra, Jön Türkler, birbirlerini itham etmeye başladılar. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini yaymaya çalıştılar. Rumeli’de ve Osmanlı ülkesinin bâzı merkezlerinde de şubeler açan İttihâd ve Terakkî cemiyeti, kendisini batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıttı. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinen Jön Türkleri bünyesinde toplayan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlarla işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî, komitacılık faaliyetlerine girişti.





28-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan ikinci Jön Türk kongresine, İttihâd ve Terakkî, prens Sebahaddîn’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i merkeziyet cemiyetleri ile birlikte ermeni Taşnaksütyûn komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınan Jön Türkler, kongrede Osmanıl Devleti ve sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde ağır ithamlarda bulundular. Neticede Osmanlı Devleti aleyhinde olan İran meb’usan meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar v.s. çetelerinin devlete karşı olan isyânlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi.





Birisi Paris’te, ikincisi Selanik’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi olan İttihâd ve Terakkî bünyesinde teşkilâtlanan Jön Türkler, Rumeli’de çeşitli tedhiş ve terör faaliyetlerine giriştiler. Bulundukları bölgelerde Osmanlı devletine karşı olan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak müslüman ahâliyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Ordu içindeki subaylardan da destek görerek tedhiş ve isyân hareketlerini bastırmak üzere gönderilen ordu birliklerine karşı silâhlı mücâdeleye giriştiler. Hareketleri bastırmak üzere gönderilen Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu bildirmek üzere girdiği manastır postahânesinden çıkarken komitacılar tarafından öldürüldü. Jön Türklerin teşvik ve tahrikleriyle meydanlara toplanan ahâlî, hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteriler yaptı. Durumun nazikliğini gören ve kardeş kanının dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu ve 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyeti îlân etti. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yurda dönen Jön Türkler, çeşitli vazifelere getirildiler. Avrupa’dan dönen Prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî grubuyla birlikte hareket etmeyi reddederek ayrıldı. Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyeti olarak faaliyet gösteren prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî’ye karşı mücâdele verdiler. 14 Eylül 1908’de kurulan Ahrâr fırkasının kurulmasını desteklediler (Bkz. Fırkalar). Meşrûtiyetin îlânından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî meb’usları, ilk zamanlar hükümetler üzerinde baskı kurarak iktidarlarını sürdürdüler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdiler. Daha sonra da fiilen hükümette vazîfe alarak Osmanlı Devleti’ni çeşitli badirelere sürüklediler (Bkz. İttihâd ve Terakkî). İttihâd ve Terakkî dışında kalan Jön Türkler de çeşitli siyâsî fırkalar (partiler) kurup gazeteler çıkararak, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefeti sürdürdüler.





Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde ön plânda meşrûtiyet ve hürriyet fikirleri görülüyorsa da, her grup veya şahsın ayrı ayrı maksâdları vardı. Azınlıklar; istiklâl, hiç değilse muhtariyet elde etmek, şahıslar ise; şahsî hırs ve arzularını gerçekleştirmek peşindeydiler. Bunları destekleyen devletlerin gayesi de Osmanlı’yı zayıf düşürerek kendi emelleri doğrultusunda kullanmaktı. Meşrûtiyet, hürriyet gibi kelimelerin cazibesinden ve moda hâline getirilmesinden dolayı bilhassa batı kültürü ile yetişmiş, veya bu kültürün hayranı olanlar tarafından bir zamanlar medhedilen Jön Türkler hareketi ve faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hızlandıran belli başlı âmillerden olmuştur. Batı dünyâsı karşısındaki tavırlarının taklidden öteye geçmemesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ (Midhat Paşa gibi) kendi ailelerini hânedân ailesi yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, rum, bulgar ve ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri bu faaliyetlerin en acı ve ihanete varan tarafları olmuştur.





Jön Türkler Avrupa’daki gibi meşrutî bir idare getirmek istemişler, ancak bu konuda hiç bir Avrupa devletinin meşrutî yapısını, anayasasını incelememişlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’ni bu devletlerden biri ile karşılaştırmak düşüncesinden uzak kalmışlar, Osmanlı halkının böyle bir idareye hazır olup olmadığına, halkın etnik yapısının böyle bir idareye imkân verip vermediğine bakmamışlardı. Nitekim iki defa îlân edilen meşrûtiyet netîcesinde Osmanlı idaresinde yaşıyan azınlıklar, daha ilk mecliste bağımsızlık istemeye başlamışlardı.





Jön Türklerin bir diğer ortak yönleri de, hemen hepsinin, Tercüme odası, Mühimme kalemi, Mâbeyn-i hümâyûn gibi muhitlerde yetişmiş ve birbirlerini tanımış olmaları idi. Ayrıca bir kısmı, saraya ve saltanata mensûb ailelerin çocukları, bâzısı Nâmık Kemâl gibi, bâzısı Subhi Paşazade Ayetullah, Necib Paşa torunu Mehmed ve Kânipaşazâde Rıfat gibi zengin tâife çocukları idi. Bu sebeple siyâsî ihtiras ve yükselme hırsı, kendilerinde adetâ aile mîrâsı idi. Jön Türklerin bir diğer önemli yanları da çoğunun mason, bir kısmının da inançsız olması idi.





Netice olarak bunlar Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilâller, isyânlar, hükümet darbeleri ve savaşlar ile yok etmişler, çıkarılan kargaşa ve savaşlar ortamı içinde milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünyâ Harbi, Jön Türkler hareketinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi yine yurt dışına kaçmışlardır. Her ne kadar mahkemelerin karşısına çıkmaktan kurtulmuşlarsa da, milletin vicdanında yargılanmaya devam etmişlerdir.

Osmanlı tokadı

Osmanlı tokadı


Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa, Bağdâd seferinden dönerken İstanbul’da âsîler ve sipahi zorbaları ayaklanarak kellesini Pâdişâhtan istemeye başlamışlardı. Vezir Bayram Paşa kendisine bir mektupla olaylardan bahsederek İstanbul’a gelmemesini bildirdi. Hâfız Ahmed Paşa yolda iken Bayram Paşa’nın gönderdiği adamla karşılaştı ve vaziyeti anladı, fakat gülerek; “Var bizden paşa hazretlerine selâm söyle. Zuhur edecek kazâ-i mübremi rüyamda gördüm. Ölmekten gam çekmem” diyerek, Bayram Paşa’nın adamını geri gönderdi. Kendisi de sür’atle İstanbul’a geldi.

Bu sırada sarayda Hâfız Paşa’ya düşmanlığı olan Topal Recep Paşa’nın tahrikleri ile fitne giderek büyüyordu.

Pâdişâh dördüncü Murâd Han isyânın önüne geçebilmek için bâbüsseâde önüne tahtını kurdurarak oturdu ve âsî elebaşılarından dört kişiyi huzuruna çağırdı. Sultan bunlara uzun uzun bu hâllerinin din ve devlete münâsib olmadığını anlattı. Ancak bu zorbalar da; “Cümle askerin cevâbı; pâdişâhım, devletine fenalık edenleri elbette vermeniz gerekir; yoksa biz işimizi biliriz” diyerek edepsizce laflar ettiler.

Bu sırada abdest alıp Bâbüsseâde önüne gelen Hâfız Ahmed Paşa, bunların pâdişâh sözünü dinlemediklerini görünce;

“Pâdişâhım! Hezâr (bin) Hâfız gibi kulun yoluna fedadır. Ancak recâm budur ki, beni sen katletmeyip bu zâlimler haksız yere kanımı döküp beni şehîd etsinler ve lütfedip cesedimi Üsküdar’da defnettiresin ve yetimlerime lutf ve inayetini recâ ederim” diye yer öptükten sonra Besmele çekip; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm, İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” diyerek âsî güruhunun içerisine daldı.

Hafız Paşa, meydana girince yer yer sipahiler önüne çıkıp hücum ettiler. Önde gelen sipahi, hamle edeyim diye yanaşınca, Hâfız Paşa sipâhînin ağzına öyle bir Osmanlı tokadı vurdu ki, herif yere serilip başından destan yuvarlandı. O zaman ellerinde hançerlerle hep birden Hâfız Ahmed Paşa’nın üzerine çullandılar. Başına, göğsüne ve vücûdunun her bir yerine hançerlerle vurdular. O Vezîr-i zîşânı ki (saîd olarak yaşıyan şehîd olarak ölür) Pâdişâh’ın gözü önünde on yedi yara ile kana bulayıp şehîd ettiler.

Hafız Paşa’nın soğukkanlı hareketini ve âsîlerin arasına atıldığını ve fecî surette şehîd edildiğini gören sultan Murâd, mendilini yüzüne tutarak ağladı. Bu fecî manzaraya karşı artık durmaya tahammülü kalmadığından;

“Bre Allah’tan korkmaz, Peygamberden utanmaz, şer’e ve pâdişâha itaat etmezler! Hak teâlâ kudret verirse sizden intikam almak nasıl olur görürsünüz” diyerek içeri gitti.

Hafız Paşa’yı vasiyeti üzerine Üsküdar’da Karaca Ahmed mezarlığına defnettiler.

Hizmetin küçüğü, büyüğü olmaz

Hizmetin küçüğü, büyüğü olmaz


Çolak Hasan, yeniçeri olmak istiyordu. Acemiler ocağına başvurdu. Fakat ağa ocağa kabul etmedi. Hasan’ın boynu büküldü. Sonra, çolak elini gizlemek için bedenine yaklaştırdı ve kendi kendine; “Artık hiç bir zaman savaşa katılamıyacağım, yeniçeri olamayacağım” dedi.

Oradan ayrılarak evine gitti. Çolak eline baka baka ağlamaya başladı. Devrin büyük âlimlerinden Hoca Sa’deddîn Efendi, sarayın bahçesinde gezintiye çıkmıştı. Hasan’ın ağlama sesini duydu ve sesin geldiği tarafa doğru yürüdü. Hasan’a, niçin ağladığını sordu. Hasan çolak elini arkasına saklayarak, gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Hoca Sâdeddîn Efendi ona; “Derdini bana söyle de bir çâresini bulmaya çalışalım” dedi. Hasan; “Çâresini bulamazsınız” deyince, Hoca; “Sen yine söyle” dedi. Hasan yaşlı gözlerini Sa’deddîn Efendi’nin gözbebeklerine dikerek; “Pâdişâh efendimiz düşman üzerine sefer düzenlemiş. Fakat ben gidemiyeceğim. Hayâtım boyunca hiç asker olamıyacağım ve sefere katılamıyacağım. Bir süre önce beni acemiler ocağına almadılar. Eğer o zaman alsalardı, belki şimdi ben de sultânımızın ordusuna katılır, savaşa giderdim” dedi. Sa’deddîn Efendi bir süre düşündükten sonra; “Seni harbe götüreceğim” dedi. Hasan bir an hayretler içinde kaldı. Hoca Efendi onun şaşkınlığını fark edince; “Orduda sâdece muhâribler yoktur. Pek çok kişi de orduya hizmet eder. Ama savaşta önemli olan her türlü hizmeti yapmaktır. Hizmetin küçüğü büyüğü olmaz. Herkes elinden geleni yapar, sen de mutfak hizmetçisi olacaksın” dedi.

Bu sözlerden sonra Hasan, Sa’deddîn Efendi’nin yanından ayrılmadı. 1596 senesinin Haziran ayında, sultan üçüncü Mehmed ordusu ile sefere çıktı. Çolak Hasan da bu ordunun mutfak görevlileri arasında yer almıştı. Önce Budin’in yakınlarındaki Eğri kalesi feth edildi. Osmanlı ordusu, haçlılarla Haçova’da karşılaştı. Otağ-ı hümâyûn bataklığı gören bir tepeciğin üzerinde kuruldu. İlk günkü çarpışmalardan bir netîce alınamadı. Ertesi gün savaş yeniden şiddetlendi. Sultan, beyleri ve paşaları yanında olduğu hâlde savaşı tâkib ediyordu. Öğleden sonra bataklığın geçilmesi esnasında, öncü birlikleri olan Kırım atlıları bozulup geri çekilmeye başladılar. Ön saflardahi bu bozgun arkalara da bir çözülme olarak yansıdı. Fırsattan istifâde eden düşman, Sultan’ın otağına saldırdı’. Otağ-ı hümâyûn ortadan kaldırıldığı zaman Türk ordusu dağılır ve kesin şekilde mağlûb edilirdi.

Bu sırada ordunun geri hizmetini görmekle vazifeli olanlar, mutfak çadırının önünde toplandılar. Hasan ise, her zaman yaptığı gibi yine mutfak çadırından ayrılmış, savaş alanının yakınlarından çarpışmaları seyrediyordu. Ordunun bozulduğunu görünce, hemen koşarak, mutfak çadırının önünde toplanmış olan kalabalığın karşısında nefes nefese durdu. Onlara; “Ne duruyorsunuz? Kâfir, Sultan’ımızın otağına saldırıyor. Bir şeyler yapmazsak, Otağ-ı hümâyûnu düşman çizmeleri kirletecek. Ellerimiz bağlı bekleyemeyiz. Biz Türk değil miyiz? Bir ordunun mensubu değil miyiz? Analarımız bizi hangi günler için doğurdu?” diye bağırdıktan sonra, mutfak çadırına girerek direklerden birinde asılı olan baltayı kaptı. Elindeki baltayı hırsla sallayarak; “Ben gidiyorum, isteyen gelir” dedi. Bu hareket oradakileri coşturdu. Herkes ne bulduysa eline alarak, Hasan’ın peşine takıldı. Kiminin elinde bıçak, kiminin elinde satır, kiminde de kepçe vardı. Hattâ bâzıları ocaktan çektikleri ucu yanmış odunlarla hücuma katılmışlardı.

Hasan, Sultan otağına iki metre yaklaşmış olan düşmana baltasını öyle bir savurdu ki, kâfirin zırhı göğsünden parçalandı. Bir anda düşman neye uğradığını anlayamadı. Kafalarına yedikleri kepçeler ve odunlarla paniğe kapıldılar. Allah Allah sesleri ortalığı çınlatmaktaydı. Tepe-nin üzerinde hâdiseyi seyreden Hoca Sa’deddîn Efendi, yanında bulunan Cağaloğlu Sinân Paşa’ya; “Düşmanın bu şaşkınlığından istifâde edebiliriz. Ne duruyorsun?” diye bağırdı. Savaş bir anda tam tersine dönmüş, düşman askeri dağılmış, kaçmaya başlamıştı. Az önce zafer naraları atan ağzı salyalı kâfirler, her şeylerini bırakarak kaçıyordu. Fakat bu zaferin kazanılmasında büyük rol oynayan Çolak Hasan ağır yaralandı. Hasan, Sultan’ın çadırına getirildi. Bir ara gözlerini açtı. Çadır kapısından Pâdişâh’ın girmekte olduğunu görünce; “Çok şükür, çok şükür Pâdişâh otağına kâfir girmedi” diyerek son nefesini verdi. Çadırda duâlar, şehîdlerin acısı, zafer sevinci ve göz yaşı birbirine karışmıştı.

--------------------

Mufassal Osmanlı Târihi

Hiç Korkmuyor musun?

Hiç Korkmuyor musun?


Hacı Bektâş-ı Velî (r. aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlânın dostlarını ve kerâmetlerini tasdik etmek îmândır. Zîrâ onlar, kendi nefslerinin arzularını, dünyâyı sevmeyi bıraktılar. Allahü teâlâya yaklaştıkça, Rablerine olan korku ve saygıları gittikçe çoğaldı. Allahü teâlâ, o velîlerin hatâlarını yüzlerine vurmadı. Sen ise, her gün türlü türlü günahlar işliyorsun da hesaba ve sorguya çekilmiyeceğini, kıyametin kopmayacağını veya mezârdakilerin tekrar dirilmeyeceğini veya saidlerin şakilerden ayrılmayacağını mı sanıyorsun? Haramdan kaçınmıyor, bulduğunu yiyip giyiyorsun. Yaradanın nimetlerini yiyor ama emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmıyorsun? Hiç Allahü teâlânın cezalandırmasından korkmuyor musun ki, kötü olan işleri yapmaya devam ediyorsun?”

Makâlât (Süleymâniye Kütüphânesi, Denizli kısmı, No: 313/4)

Fethi, sen de ben de göremeyiz

Fethi, sen de ben de göremeyiz


Şeyh Edebâlî ile Anadolu’da kökleşen ilim ve irfan ağacı, Hacı Bayram-ı Velî ile en olgun meyvelerini verdi. Hadîs-i şerif de İstanbul’u fethedeceği müjdelenen o güzel emîr’i kalb gözü ile görüp, onu ve yardımcısı Akşemseddîn’i ve benzeri büyükleri yetiştirdi. Kendisine;

“Bâzı dervişlere kırk yıldır hizmet ettikleri hâlde hilâfet vermediniz. Hâlbuki bu, Akşemseddîn’e kısa zamanda nasîb oldu. Acaba hikmeti nedir?” diye sorduklarında;

“Bu bir zeyrek köse imiş. Bizde ne gördü ve işitti ise, inandı, hikmetini sonra kendisi anladı. Hâlbuki kırk yıldan beri hizmet edenler, gördüklerinin ve işittiklerinin hemen hikmetini sorarlar” demiştir. Sultan İkinci Murâd Han kendisinden nasihat isteyince; İmâm-ı a’zam’ın, talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı uzun nasihati yaptı:

“Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana birşey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyarete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince mes’eleleri açma. Onlara îtimâd ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ihram et. İhtiyaçlarını te’min et. Onların değer ve itibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiç bir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”

Sultan Murâd Han, oğlu Fâtih için de duâ isteyince; “Onu hocasına bırakmak lâzım” diyerek, Akşemseddîn’in hâce-i sultânî (sultan hocası) olacağını işaret etmişti. Yine bir sohbet sırasında sultan İkinci Murâd Han, İstanbul’un fethinin kendisine nasîb olup olmayacağını sorunca, bu suâle de; “Hayır! O fethi sen de bende göremeyeceğiz. Bu, şu bizim köse ile şu mübarek şehzâdeye nasîb olsa gerektir” diye cevap vermiş; Akşemseddîn ile küçük Mehmed’i göstermiştir.

------------------------

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1008

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 77

3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1429

4) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 428

5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 56

6) Nefehât-ül-üns; sh. 684

7) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 7

8) Bedâyi-ül-vekâyî; vr. 190

9) Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî

10) A. History of Ottoman Poetry; cild-1, sh. 299

Sen, Kandiye fatihi olarak İstanbul'a döneceksin

Sen, Kandiye fatihi olarak İstanbul'a döneceksin


Ege’de büyük bir ada... İki seneyi aşkın zamandır kıyıya vuran dalgalar, Osmanlının sabır, cesaret ve azametini terennüm etmektedir. Esen rüzgârlar âdeta payitahta zafer müjdesini götürmek için sabırsızlanıyor. Başta Kandiye kalesi ve bütün Girid, Osmanlı sancağına kucak açmış, burçlarda dalgalanacağı zamanı bekliyorlar.

Ordunun başında ciğerlerinden rahatsız Fâzıl Ahmed Paşa var. Tecrübesiz, ama yılmak bilmiyen bir azim sahibi... Kandiye kalesini iki sene üç ay yirmi gün yaz kış demeden kuşattı. Kışın sabahtan akşama kadar diz kapağına kadar çamur içinde asker arasında dolaşır, onların sırtlarını okşar, maneviyâtlarını yükseltirdi. Akşam olunca, yorgun argın çadırına döndüğünde bütün yorgunluğu dindiren ihtiyar biriyle karşılaşırdı. Bu ciğerparesinin rahatsızlığını bilen ana yüreğinin verdiği merhametle yaralarına merhem olmak için gelen ihtiyar anacığından başkası değildir. Gün görmüş, kahır çekmiş, saçları ağarmış Sâliha Hanım, hep oğluyla beraberdir. Fâzıl Ahmed Paşa, her akşam anacığının dizlerine kapanır, ağlar; “Âh anacağım! Bugün de kale teslim olmadı” derdi.

Sâliha Hanım, yiğid oğlunun omuzunu okşar; “Bugün olmadıysa inşâallah yarın olacaktır. Sen Kandiye fâtihi olarak İstanbul’a döneceksin, bende fâtihin anası olarak hacca gidip, sevgili Peygamberimizin yattığı toprağa yüz süreceğim” derdi.

Nihayet o gün geldi. 5 Eylül 1669’da Kandiye teslim oldu. Bu muhasarada Türk ordusu 56 yer üstünden, 45 yer altından hücum yapmış, 3500 civarında lağım patlatmıştı. Şehîd sayısının otuz bini bulduğu rivayet edilir.

-----------
1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 326. 414

2) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-10, sh. 94, 163, cild-11, sh. 166

3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 323, 390

4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4, sh. 1964

5) Girid’i Nasıl Kaybettik (İhsân Ilgar. Hayat Târih Mecmuası, 1970/1. sh. 79)

6) Girid Islâhatı (Hayat Târih Mecmuası, 1968/2, sh. 60)

7) Türk Silâhlı Kuvvetleri Târihi, Girid Seferi (1645-1669) (Genelkurmay Basımevi, Ankara-1977)

8) Girid Mes’elesi (Münir Aktepe)

9) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 332

10) Girid Hâtıraları (Tahmiscizâde Mehmed Mâcid)

Altı minareli tek camimiz

Sultan Ahmed Camii

SULTAN AHMED CAMİİ

İstanbul’un en büyük câmilerinden. Osmanlı Devleti’nin ihtişamını, mimârideki gücünü, san’attaki inceliğini, zerâfetini, tezyinatını gösteren muhteşem bir mâbeddir. Türkiye’nin altı minareli tek câmisidir. Câmi, İstanbul’da kendi adıyla anılan Sultanahmed semtindedir. Sultan birinci Ahmed Han tarafından yaptırılan câminin mîmârı baş mîmâr Sedefkâr Mehmed Ağa’dır.

İstanbul boğazından ve Marmara denizinden İstanbul’a gelen gemiler, Sultanahmed Câmii’ni karşılarında muhteşem manzarasıyla görürler. Bizans hipodrumunun doğu kenarında Atmeydanında ve Ayasofya Câmii’nin karşısında yer alan bu Câmi, Osmanlı mimarisinin şaheseridir.

Osmanlı mimarisinin en büyük eserlerinden biri olan Sultanahmed Câmii’nin temeli 1609 (H. 1018) senesinde atıldı. Câminin temeli atılırken ilk kazmayı, devrin büyük âlimi ve meşhur evliyâ Aziz Mahmûd Hüdâî hazretleri ve sultan birinci Ahmed Han vurdu. Pâdişâh elbisesinin eteğine toprak doldurup taşıyarak; “Yâ Rabbî! Ahmed kulunun hizmetidir” diyerek Allahü teâlâya duâ etmiştir. Yedi sene süren azimli bir çalışmadan sonra, 1616 (H. 1025) senesinde asırlarca kalacak târihî bir yadigâr olarak bitirilmiştir.

Sultanahmed Câmii’nin ön cephesi yetmiş iki, yan cephesi ise altmış dört metredir. Câminin ön kısmındaki revaklı avlu da aynı ölçüdedir. Altı minaresinin dördü üçer, ikisi ise ikişer şerefelidir. Dört uzun minarenin ortasında kalan merkezî büyük kubbe yirmi dört metre çapındadır. Ayasofya’nın kubbesinin çapından 2,6 metre büyüktür. Yerden tepesine kadar yüksekliği 43 metredir. Bu kubbe dört kemere, kemerler de dört büyük fil ayağı üzerine oturtulmuştur. Fil ayaklar silindirik dilimlerle süslenmiş olup, çapı beş metredir. Ortadaki büyük kubbe dört yarım kubbe, yarım kubbeleri de daha küçük üçer yarım kubbe taşımaktadır. Mihrab tarafında üç yarım kubbe yerine iki yarım kubbe konmuştur. Kare şeklinde bir sahayı örten büyük orta kubbe ile dört yarım kubbenin köşelerinde kalan boşluklar gayet zarîf bir şekilde küçük kubbelerle doldurulmuştur. Câminin 260 penceresi vardır. Bu sayede câminin içi ferah bir havaya bürünmüştür. Pencereler öyle yerleştirilmiştir ki, büyük kubbe diğer kısımlarla büyük bir ahenk içinde olup sanki havada asılı gibi durmaktadır. Câminin tezyinatında mavi ve yeşil renkte örgülerle süslenmiş iki milyon bin kırk üç adet beyaz çini, benzeri az bulunan bu muhteşem mabede bambaşka bir güzellik vermiştir. Bu eşsiz zenginlikteki çinilere hayran kalan Avrupalılar, eşsiz bir san’at âbidesi olan Sultanahmed Câmii’ne Mavi Câmi adını vermişlerdir.

Caminin nadide yazılarını o devrin büyük hat ustalarından Diyarbakırlı Kasım Gubârî yazmıştır. Ayrıca Mihrâb, hünkâr mahfeli, minberi, pencere aralarında panolar, taç mermer işçiliğinin ve oymacılık san’atının şaheserleridir. En nâdir ve renk renk taşlardan sanki kuyumcu san’atkârının elinden çıkmış gibi oyulan yaprak, lâle çiçek motiflerindeki güzellik, görenleri hayretler içerisinde bırakmaktadır.

Caminin iç avlusunun zemîni mermer döşeli, etrafı yirmi altı kemerli revak ile çevrilidir. Dış avluya bakan duvarlarda otuz sekiz pencere vardır. İç avluya ikisi yanlardan, biri cepheden üç kapı açılır. Bu kapıların kanatları tunçtan yapılmıştır. İç avludaki şadırvan, altı mermer sütûnlu saçak altında olup, yalnız su içmek için yapılmıştır. Abdest muslukları câminin dışında iki yanında bulunmaktadır.

Sultanahmed Câmii’nin bir diğer hususiyeti de külliye hâlinde yapılmış olmasıdır. Külliyesinde câmi ana binasından başka, kasr-ı hümâyûn, tabhâne, imâret, medrese, mekteb, dârüşşifâ, asker odaları, dükkanlar, sebil ve birinci Mustafa Han tarafından yaptırılan sultan birinci Ahmed Han’ın türbesi vardır.

Sultanahmed Câmii’nin inşâsı tamamlandığında, câmiyi yaptıran sultan birinci Ahmed Han vefât etmiş bulunuyordu. Bu sebepten câminin inşâat defteri sultan birinci Mustafa Han tarafından tasdik edilmiştir.

--------------

1) Hadîkat-ül-Cevâmi’; cild-1, sh. 18

2) Seyahatname; cild-1, sh. 146

3) Rehber Ansiklopedisi; cild-15. sh. 347

4) Eminönü Câmileri; sh. 179

Vahdettin Atatürk'e kaç para verdi?

Vahdettin Atatürk'e kaç para verdi?


Önümde 13 Haziran 1995 tarihli Sabah gazetesinin 26. sayfasının fotokopisi var. Sayfanın manşeti "Vahdettin hain değildi"..

O tarihlerde Sabah'ta çalışan Nuriye Akman, 11 ila 14 Haziran 1995 tarihlerinde "Milli Mücadelenin iki yüzü" başlıklı birkaç günlük bir röportaj yayınlıyor. Röportajın konukları "damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar" diyen Cemal Kutay ile gene "sıkı Atatürkçü" İsmet Bozdağ... İki Atatürkçü Kurtuluş Savaşı'nı, Vahdettin'i, 19 Mayıs'ı, Nutuk'u çok farklı değerlendiriyor.

Ben o tarihlerde de bu değerlendirmelerin üzerinde uzun uzun durmuştum. Sonra da o yorumları "Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar" adlı kitaba aldım.

Nuriye Akman Cemal Kutay'a soruyor:

"Siz bugün Vahdettin'i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?"

Kutay cevap veriyor: "Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müeccem.

Daha sonra şöyle devam ediyor: "Kafanız hiç karışmasın devrimlerin kaderi budur. Evet, Atatürk, Vahdettin'e 'vatan haini' dedi ama bence hata etti. Ama o günkü şartlara göre onu demesi aşağı yukarı bir çaresiz savunmaydı. Atatürk, Cevat Üstün isimli bir büyükelçinin İkinci Viyana Muhasarası kitabının yeniden tetkikini Türk Tarih Kurumu ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan istemiş. Çünkü Üstün'ün gördükleri ile herkesin zannettikleri arasında bir aykırılık bulmuş. Bu vesileyle 'Ben de Milli Mücadele'de sarayın hareketini o günün şartlarına göre değerlendirdim ama şimdi elbette başka düşünüyorum' demiş."


Son Padişah Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de, gene bu röportajda gündeme geliyor.

Kutay'ın cevabı şu:

"25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı. Ben bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi'nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi'den dinledim."

İsmet Bozdağ da, Atatürk'e kırk bin altın değerinde para verildiğini Abdülhamit'in kızı Şadiye Sultan'dan dinlediğini belirtir. Üstelik bu kırk bin altını Vahdettin'in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler.

İki Atatürkçü "para verildiğinde" birleşirler ama miktarı ve kaynağı hususunda farklı noktada dururlar.


İsmet Bozdağ, röportaj sırasında Atatürk'ün "Vahdettin'in yaveri" olduğunu, Erzurum Kongresi'ne "Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla" geldiğini, Samsun'a doğru yola çıkmadan bir gün önce "sarayda padişahla yemek yediğini", ertesi sabah da "içeriği net olarak söylenmeyen" görevin kendisine verildiğini hatırlatır. Ayrıca Mustafa Kemal'e "gizli" görevinde tanınan yetkilerin tarih içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa'ya tanındığını çünkü Mustafa Kemal'in Samsun'a yolculuğunda sadece askeri değil sivil müesseselerin de emrine verildiğini vurgular.

Cemal Kutay bu çarpıtmaların doğuşunu Nutuk'a yaklaşımda bulur. Şu açıklamayı yapar "İlk yapılacak şey, Nutuk'un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak. Yani Nutuk'a isnat ederek bir hadisenin tek başına Nutuk'un çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir.

...Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."

İsmet Bozdağ da aynı fikirdedir:

"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."

Bunlar Atatürkçülerin tam on yıl önceki yaklaşımları... O gün Türkiye kulağının üzerine yatmıştı. Şimdi bu tartışmalar yeniden alevlendi.

Bakalım "siyasal propagandaya" dayalı olmayan gerçek ve objektif bir tarih yorumumuz ne zaman gündeme gelecek?

MEHMET ALTAN

Başörtüsüne karışma

Başörtüsüne karışma


Cumhuriyet'in ilk Milli Eğitim Bakanları'ndan Hikmet Bayur anlatıyor:

"Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) bulunduğum sırada eski emniyet genel müdürlerinden Trabzon valisi Rifat Bey, vilayetteki bayan öğretmenler arasında bir kısmının başörtü ile okula geldiklerini bildirip, bunu bir emirle yasaklamamı istedi.

Mektubu Cumhurreisine gönderdim. Şu yolla konuştu:

'Bu işe karışma, zamanla kültür ilerledikçe bunlar hep olacaktır; bu sırada bize düşen, başörtü giymeye zorlayanlar varsa onlarla mücadeledir. Başörtü işi, fes işi gibi kör bir taassubun sonucu değildir; insanlarda pek canlı olarak var olan ayrı bir duygunun, kıskançlık duygusunun da tesiri altındadır....'"Bunun üzerine valinin mektubunu karşılıksız bıraktım."
Türk Tarih Kurumu yayını, Belleten, Ekim 1973, c. 148, no: 37)

Evet, keşke bugün de başörtüsünün kör bir taassubun neticesi veya bir başka maksada mebni bir şey olmadığı idrâk edilebilse...

Zira dinimizde, Müslüman hanımların, yabancı erkeklerin görebileceği yerlerde başlarını örtmeleri farzdır. Nasıl örtülmesi icap ettiğini ise, Cenâb-ı Hakk Kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de,

"Mü'min kadınlara söyle... başörtülerini yakaları üzerine sarkıtsınlar" (S. Nûr, 31) buyurarak açıklıyor. Ama "tartışmalar" maalesef sürüp gidiyor...

Mustafa Kemal bize ihanet etti

Mustafa Kemal bize ihanet etti


Aşağıda okuyacağınız satırlar, Tarihçi Murat Bardakçı’nın Şahbaba adlı eserinden sadeleştirilerek alınmıştır ve Sultan Vahdettin’in hatıralarından bir kısımdır…


“Mütâlalarından ortaya çıkacağı gibi, Mütareke (ateşkes) günlerinde (1918) I. Cihan Harbinin neticelerinden sorumlu olan suçlulardan (Devleti harbe sokan İttihatçıları kastetmektedir) bana miras kalan ve biribirini takip eden musibetlere karşı, sadece ve sadece şahsımı siper eyledim.Aslında bir taraftan tehlikeli bir yerde kalan hilafet merkezinde savaştan galip çıkan itilaf devletleri ile yüz yüze olmak ve onlar tarafından sıygaya çekilmek ve diğer taraftan Anadolu’yu istila eden Yunanlılara mukabele (karşılık) için mümkün ve mahrem(gizli) vasıtalarla Anadolu’ya memur eylediğimiz yaverlerimizden Mustafa Kemal’in ihaneti ve bize karşı takındığı isyankar tavrı karşısında kalmıştım.

Bununla beraber aziz vatanımın menfaatleri için Kuvayı Milliye’nin sonradan şekil ve mahiyetinin değişeceği hususunda bende meydana gelen fikir ve kanaatlerime rağmen, yine fedakârlık mesleğini tercih ve takip eyledim. Sırf bu sebep ve hikmet ile, milli davalara itaatkar kabineleri iktidara getirdim ve senelerce Kuvayi Milliye’ yi takviye ettim ve gelişmesi için çalıştım..(En sonunda bana cephe alacaklarından emin olduğum halde, vatanın kurtuluşu için yine de Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek verdim demek isteniyor)


Anadolu Zaferinin ne gibi tehlikeli şartlar altında tarafımızdan hazırlandığını gösteren belgeler ile Anayasa gereği saltanat makamının korunacağını tasvir eden diğer mühim evrak tesbit edilerek derlenmiş olduğundan, bunların dahi zamanı gelince umumi erkara (kamu oyuna) açıklanarak, İslam’ın hizmetkarı veyahut yıkıcısı olanların teşhir ve tayin edileceğini temin eylerim”.


Hem bu hatıralar hem de Sultan Vahdettin ve Mustafa Kemal arasındaki Milli Mücadele başlamadan önce yapılan görüşmeler hakkında detaylı bilgiyi; Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ’ ün, BİLİNMEYEN OSMANLI adlı eserinin 299.-300.-301.-302. sayfalarına bakabilirsiniz.

Evlad-ı Fatihan

Evlad-ı Fatihan


Rumeli’nin fethedilmesinden sonra oralarda yerleşmek üzere Anadolu’dan müslüman-Türk halkının aileleri ile birlikte giden yörüklerden kurulan askerî teşkilâta verilen ad. Osmanlıların Balkan yarımadasındaki fetihleri neticesinde orada yerleşmeleriyle, yörük cemâati gruplarının sayıları artmış ve çok ehemmiyet kazanmıştı. Rumeli’nin iskânı ve Türkleştirilip, İslâm dîninin yayılması maksadı ile yörük ve tatar Türklerinin bu bölgeye ilk defa ayak basmaları, sultan Yıldırım Bâyezîd zamanında ise de, onlarla ilgili ilk açık kayıtlar sultan birinci Murâd devrine âiddir.

Sultan Yıldırım Bâyezîd, Dobruca’yı Bulgar ve Ulaklardan alınca buraya Karadeniz’in kuzey kısımlarından getirttiği tatarlar ile önceden topraklarına dâhil ettiği Konya-Aksaray civarı halkını yerleştirdi. Bundan sonraki yıllarda iskân faaliyeti devam etti. Halkın yerleştiği köylerin adı, Türkçe olup, yerli hıristiyanlar bunlara Konyar derlerdi. İlk zamanlar yörüklerin bulunduğu kazalar; Manastır, Filorina, Cuma, Tikveş, İştip, Doyrûn, Yenice, Vadina, Serez, Demirhisar, Drama ve Longaza idi.

Fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşen yörük teşkilâtı zamanla dağılmaya yüz tuttu. Dağınıklık ve disiplinsizlik ikinci Viyana kuşatmasında iyice kendini gösterdi. Böylece halkın daha sıkı bir disiplin altına alınmasının gerekli olduğu ortaya çıktı. 1691 senesinde sultanın hatt-ı hümâyûnu ile yörük Türkleri Evlâd-ı Fâtihân adı altında ve Rumeli’nin sağ, sol ve orta kolunda olmak üzere yeniden yazıldı ve zamanının ihtiyâçlarına göre teşkilâtın askerî ve iktisadî bünyesi az çok değiştirildi. Kanunnâmede; “Yörük taifesi öteden beri Devlet-i âliyyenin güzide ve cengâver, itaatli, ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffâr ile yapılan harplerde kendilerinden iyice yararlık ve yüz aklıkları görüldüğünden, bu taifeye Evlâd-ı Fatihân adı verilmiştir” denilmektedir. Altı sene sonra nüfus sayımı yapılarak her altı kişiden birinin seferber asker olması ve bu şekilde her türlü vergiden muaf tutulacakları ve harplere iştirakleri kayda bağlanmıştı. Böylece yörükler yerleşik hayâta geçmiş olsalar dahi yeni bir kuruluş hâlinde, yine askeri bir hizmet için teşkilâtlandırılmış oldular. Evlâd-ı Fatihân önceleri yörük deyimi ile birlikte kullanılmış ise de, daha sonraları yörük tâbirinden vazgeçilmiştir. Evlâd-ı Fâtihân’ın yerleşmiş bulunduğu bölge, yörük vilâyeti adı ile anılmıştır. Bu bölgeye tâyin edilen vezir veya beylerbeyi, yörük hâkimi olarak tanınmışlardı. 1691 senesinde Hasan Paşa’nın tuttuğu Evlâd-ı Fatihan piyadeleri defterine göre; Çatalca, Vize, Saray, Tekirdağ, Ereğli, Burgaz, Hasköy, Hayrabolu, Babaeski, Kırklareli, Ahydu, Aydos, Karinabad, Hâtuneli, Ruskasrı, Yenice, Kızılağaç, Yanbolu, Filibe, Edirne, Malkara, İpsala, Dimetoka, Kavala, Yenice, Vardar, Vodina, Selanik, Boğdan, Yakşılı, Eğribucak, Tikveş, Gümülcine, Radovişte, İştip, Serez, Karadağ, Babadağı, Yenipazar, Lofça, Ziştovi, Yerköyü, Rusçuk, Silistre, Şumnu ve daha bir çok kaza ve nahiyelerine yayılmış oldukları gösterilmiştir.

1691 senesinden sonra Evlâd-ı Fâtihân’ın defterleri tutulmaya başlanmıştır. Evlâd-ı Fatihan defterlerinde Belgrad muhafızı olarak geçen Hasan Paşa’nın, hem Evlâd-ı Fatihan piyade askerlerinin, hem de vilâyet yörüklerinin îmâl defterlerini tanzim ettiği tesbit edilmiştir. Daha sonraları Evlâd-ı Fatihan bütün eski yörük gruplarının özel ismi hâline geldiğinden, defterlerde yörük tâbiri, kullanılmamıştır. 1697’de yapılan yoklamaya göre Rumeli’de Evlâd-ı Fatihan olarak 1116 hâne ve 16.582 kişi tesbit edilmiştir.

Evlâd-ı Fâtîhân’ı çeribaşılar (yörük teşkîlâtında serasker), idare etmekte idi. Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan zabitler ise İstanbul’da ikâmet ederlerdi. Çeribaşıları; kaza müdürü durumunda olup, vazifeli bulundukları yerlerin asayişine bakarlar, sefer ânında Eşkinci askerler çıkarırlar, harp olmadığı zamanlarda vergileri toplarlardı. Sonraları Osmanlı Devleti’nin çeşitli yerlerinde vazife alan bu teşkilât, kurulduğu ilk yıllarda sâdece Rumeli’deki gazâlara katılmak mecburiyetinde idi.

1826 senesinde Evlâd-ı Fâtihân teşkîlâtı yeniden düzenlendi ve yirmi dört grupta toplanarak dört tabur hâline getirildi. Çeribaşıların yanına kolağası, mülâzım ve yüzbaşı rütbesinde subaylar verildi. Bir süre sonra bu taburlar alay yapıldı. Rumeli ve Selanik eyâletlerinde oturan Evlâd-ı Fâtihân’ın diğer halktan farklı bâzı imtiyazları vardı. Bunlar tanzîmâttan sonra çıkarılan kânunla kaldırıldı ve diğer halk gibi vergi ve askerlik mükellefiyetine tâbi tutuldular (1846). Böylece yaklaşık iki asırdan beri devam eden Evlâd-ı Fatihan teşkilâtı ortadan kaldırılmış oldu.

--------------------------

1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, Sh. 571

2) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 247

3) Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân (M. Tayyih Gakbilgin, İstanbul-1957)

Naima

Naima


On yedinci asrın meşhûr târihçisi. İsmi, Mustafa Nâim Efendi’dir. 1655 (H. 1065)’de Haleb’de doğdu. 1716 (H. 1128)’de Mora’da Ballubadra (Paliopatras) kasabasında vefât etti. Genç yaşta Haleb’den İstanbul’a gelip Saray-ı hümâyûnda baltacılar koğuşuna girdi. Haleb’de başladığı tahsilini İstanbul’da Enderûn mektebinde devam ettirdi. Daha sonra Dîvân kalemi kâtibliği vazifesini ve bu arada Nâimâ mahlasını aldı.

Genç yaştan beri ilmî araştırmalara büyük merakı olan Nâimâ, sarayda ve İstanbul’da bulduğu iyi imkânları değerlendirerek, târih, astroloji ve edebiyat dallarında bilgisini genişletti. Bu gayretleri neticesinde 1682’de Dîvân-ı hümâyûn kâtipleri arasında vazîfe aldı. Bu vazîfede iken reîsülküttâb Râmî Mehmed Paşa ile Rumeli kazaskeri Yahyâ Efendi tarafından himaye gördü. Târih ilmine karşı çok meraklı idi. Ayrıca Haleb kütübhânelerindeki târih kitablarından öğrendiği bilgiler ona ayrı bir vasıf kazandırmış ve îtibâr sağlamıştı.

Nâimâ 1700 senesinde Amcazade Hüseyin Paşa tarafından resmî târih yazıcılığı yâni vak’anüvistlik vazîfesine tâyin edildi. Sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa Şârih-ül-Menâr adlı eseri verip, esas kabul etmek suretiyle, bir târih yazmasını istedi. Bunun üzerine Osmanlı târihinde meşhur bir eser olan “Ravdat-ül-Hüseyn fî Hülâsâ-i Ahbâr-il-Hâfikayn” adlı eserini yazdı. Bu eseri yazmasında ve diğer hususlarda kendisine çok yardımı dokunan sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa’ya çok minnetdâr kaldı. Meşhur eserini de ona ithaf etti. O da kendisine takdim edilen bu eseri beğenip, müellife ihsânlarda bulundu. Nâimâ’nın yazdığı bu târih kitabı, 1574 senesinden 1659 senesine kadar seksen seneye yakın bir dönemin hâdiselerini anlatmaktadır.

Nâimâ, Edirne vak’asına kadar Amcazade Hüseyin Paşa’nın maiyyetinde çalıştı. Edirne vak’asından sonra Dâmâd Molla Hasan Paşa ve Dâmâd Ali Paşa’nın yanında çalışmaya başladı. Maîyyetinde çalıştığı devlet erkânı, başarılı ve verimli çalışmasını beğendi. Bu sebeple güven ve sevgi kazandı. Netîcede 1704’de Dîvân-ı hümâyûn kâtibliğinden defter emînliğine birkaç ay sonra da Anadolu muhâsibliğine tâyin edildi. Kısa zamanda yüksek makamlarda vazîfe alan Nâimâ, rivayete göre zamanının devlet idarecileri hakkında bâzı sözleri sebebiyle 1706’da Hanya kalesine sürgün edildi. Çorlulu Ali Paşa’nın yardımıyla sürgün yeri Bursa’ya çevrildi. Bilâhare affedilerek tekrar İstanbul’a döndü.

Bir müddet devlet idaresinde çeşitli vazifeler yaptıktan sonra, ilme çok meraklı olan Dâmâd Şehîd Ali Paşa’nın emrine verildi. Nâimâ onun yanında kısa zamanda yükselip, 1709’da tekrar Anadolu muhasebecisi oldu. 1712’de yeniden defter emînliğine 1713’dede baş muhasebecilik vazîfesine tâyin edildi. Bu vazîfelerindeki başarısı ile, Ali Paşa’nın güvenilir maiyyeti arasına girdi. Bu sırada sadrâzam Aii Paşa, Mora üzerine bir sefer yapmayı kararlaştırdı. Nâimâ bu seferin neticesinden endişelendiği için sefere tarafdâr olmadı. Ancak sefer yapılıp, Mora yarımadası fethedildi. Bundan sonra Nâimâ Mora’da iken tenzîl-i rütbe kabilinden tahrîr kâtibliğine tâyin edildi. Buna çok üzülen Nâimâ bu vazifede iken 1716’da Baltubadra (Paliopatras)’da vefât etti. Kabri oradaki Fethiye Câmii civarındadır.

Nâimâ’nın yazdığı Osmanlı târihi, şehnâmelerden sonra Osmanlı vak’anüvisleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Nâimâ Târihi diye de tanınan bu eserine, doğu ve batının haberlerinin hülâsası, Hüseyin’in bahçesi mânâsında Ravdat-iü-Hüseyin fî hülâsâti ahbâr-ı hâfıkayn adını vermiştir. Eseri yazarken asrının kendinden önceki meşhur tarihçilerinden, târih hâdiseleri yaşamış olan güvenilir kimselerden istifâde etmiştir. Kaynakları, Kâtib Çelebi’nin Fezleke’si, Düstûr-ul-amel ve Mîzân-ül-hak adlı eserleri, İbn-i Haldun’un Mukaddime’si, Âlî’nin Nasîhatüsselâtîn’i, Peçevî, Abdi Paşa Vakayinamesi, Karaçelebizâde Abdülazîz ve Vecîhî târihleri’dir. Asıl kaynağı ise, Şârih-ül-menârzâde Târihi müsveddeleridir. Çeşitli dillere tercüme edilen eser, 1734’de İbrâhim Müteferrika tarafından iki cild hâlinde basıldı. 1843, 1863 ve 1866 senelerinde tekrar basıldı. 1863 baskısı altı cild halindedir.

Nâimâ, eserinde yaşadığı devrin sosyal hayâtını tasvir etmiş ve hâdiselerin iç yüzünü aydınlatmayı ihmâl etmemiştir. Eseri îmâlı ve sâde üslubuyla Dünyâ ve Türk tarihçilerinin takdirlerini kazanmıştır.

-------------------------------

1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4593

2) Büyük Türk Klasikleri; cild-7, sh. 151

3) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 18

4) Âlimler ve San’atkârlar; sh. 207

5) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 694

6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-2, sh. 594

Kapalı Çarşı'nın tarihi

Kapalı Çarşı'nın tarihi


İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından inşâ edilen, üzeri dam ve kubbelerle örtülü dükkanların bulunduğu sokaklardan meydana gelen büyük çarşı. İstanbul’un en eski ticâret merkezi olup, târihteki adı Çarşu-yı kebîr = Büyük Çarşı’dır. Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da ticâret hayâtının merkezini teşkil edecek bir bedestenin inşâsı uygun görülerek büyük bir bedesten yapıldı. 1460 yılında yapılan Kapalı Çarşı’nın, çekirdeğini teşkil eden iç bedestene, Cevahir bedesteni denildi ve geliri Ayasofya’ya verilmek üzere, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından vakfedildi. Sultan Fâtih, bu çevrede, pek çok dükkan yaptırarak ticâret hayâtını canlandıracak bir tedbir aldığı gibi, vakfettiği hayratına da büyük gelir sağladı.

İç bedestene ilk ilâve, Sandal bedesteni olan Bezzâzistân-ı atîk idi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’devri dâhil, zamanla devamlı ilaveleriyle genişleyen Kapalı Çarşı, Nûru Osmaniye ve Bâyezid câmileri ile Mahmûd Paşa çarşısı arasındaki 30.700 m2’lik bir sahayı kaplayarak bugünkü hâlini aldı.

İstanbul Kapalı Çarşısı’nın iki bedesteninden Cevahir bedesteni (Bedesten-i atîk-Eski bedesteni) bir mîmârî âbide olup, tuğla kemerle ayrılmış on beş bölümden ibarettir. Bölümlerden her biri bir kubbe ile örtülmüştür. Bu dört kapılı mahfuz bina 45, 5x30 metre-1365 m2’dir. Evvelce aradaki dar yollarda, yüksekte olup dolap denilen tezgâhlar bulunuyordu. Duvarların iç taraflarında da gayet küçük hücreler, gözler vardı. Kapalı Çarşı’daki ikinci bedesten olan Sandal bedesten (Bedesten-i cedîd=Yeni bedesten) ise, 12 pâye ile 20 bölüme ayrılmış idi, Bunların üzerlerine tuğladan geniş kemerler atılmıştır. Sandal bedesteni, 50 kubbe ile örtülmüştür. İçeriden ölçüleri 40x32 metre = 1280 m2’dir. (Diğer bedestenden 85 metre kare küçük olup, her ikisi toplamı 2.645 m2’dir.) Sandal bedesteni, kubbe sayısı bakımından Türk mimarisinde, bu çeşit eserlerin en büyüğüdür. Burada da dış cepheye bitişik dükkanlar olup, dört taraftan giriş vardı. Bu iki bedesten bir bakıma Kapalı Çarşı’nın, iç kaleleri oldu. Her iki bedestenin duvarlarındaki gözlerde bulunan kalın demir kasalar, en değerli malların, mücevher ve paraların saklandığı; tacirlerin sermâye ve tasarruflarını bıraktıkları, loncaların kayıt ve sicil defterlerini koydukları emniyet sandıklarıydı. Fâtih devrinde yüz yirmi sekiz emânet sandığı kasası vardı. Çarşı; devletin sosyal, kültürel ve iktisadî merkezi idi.

Bedesten ve çarşı ilk defa 1651 yılında yandı. Mahmûdpaşa ve Mercan’ı yakarak genişleyen yangın, Gedikpaşa’dan kadırga limanına kadar yayıldı. 1710 yılında sultan İkinci Mustafa zamanında bir kere daha yanınca, bu defa kârgir olarak ve kubbeleri tuğladan yapıldı. Bekçi ve me’murlar için yeni dâireler eklendi. 1 Temmuz 1825 târihinde bir daha yandı. 10 Temmuz 1894 tarihindeki büyük zelzelede tamâmiyle yıkılınca, Kapalı Çarşıda zarar görenlere Abdülhamîd Han, bizzat kendi parasıyla yardım etti. Sultan’ın emri ile dört yıllık bir inşâ çalışması neticesinde bugünkü şekilde yeniden, alışverişe açıldı.

Kapalı Çarşı’nın Bâyezid istikametindeki kapısının üstünde, “Elkâsib Habîbullah” kitabesi ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tuğrası, Nûruosmâniye Câmii istikametindeki kapısının üstünde de kitabe ve Osmanlı Devleti’nin arması mevcûddur.

Eski Kapalı Çarşı, bugünkünden büyüktü. İki bedesten, 4.399 dükkan, 2.195 hücre (küçük dükkan), 497 dolap, 12 mahzen, bir hamam, bir câmi, 10 mescid, 16 çeşme, 2 şadırvan, bir sebil, 8 kuyu, bir türbe, bir mekteb, 24 işhanından ibaretti. Bugün Kapalı Çarşı’daki sokak isimleri, eskiden bir araya toplanan esnaf isimlerinin bir hâtırasıdır.

Çarşının içindeki yer adları, esnaf ve san’atlarla alâkalıdır. Akikçiler, Altıncılar, Aynacılar, Basmacılar, Çadırcılar, Fesçiler, Hakkâklar, İnciciler, Kalpakçılar, Kavaflar, Keseciler, Kuyumcular, Kürkçüler, Mahfazacılar, Okçular, Örücüler, Püskülcüler, Sahaflar, Takkeciler, Terziler, Varakçılar, Yağlıkçılar, Yorgancılar ve Zenneciler adları, esnaf ve san’atların hâtırası olarak, zamanımızda da cadde, sokak ve iş yerlerinde hâlâ kullanılmaktadır.

Kapalı Çarşı, kuşluk vakti duâ ile açılırdı. Duâ merasimi, bölükbaşı tarafından yapılıp, adına duâcı denirdi. “Buyurun duâya” nidasıyla, çarşının ortasındaki muhafızlık dolabının önünde toplanan esnaf ve ahâli; devrin sultânı ve ordusunun selâmetine, gelmiş ve geçmiş bölükbaşı ve esnafın ruhlarına niyaz edip, Salâten tüncînâ duâsı okunurdu. Duânın ardından, bölükbaşı, tellâllara hitaben; “Tavcılık yapılmayacak mal kapatılmayacak, kefilsiz mal alınıp satılmayacak” diye nasîhatta bulunurdu. Çarşıda alış-veriş kuşluktan ikindiye kadar idi. Pahalı malların satışı genellikle, Perşembe günleri yapılırdı.

Çarşının idaresi, Osmanlı esnaf teşkilâtlarından olan loncanın elinde idi. Muazzam bir muhafaza teşkilâtına sâhibti. Kuyumcuların ve kıymetli malların muhafazası için, husûsî dolaplar da mevcuttu. Müşteri ve esnaf çarşıyı boşaltıp, kontrol yapıldıktan sonra, muhafaza teşkilâtının bekçileri, el tetikte, kulak tıkırtıda olarak vazifelerini yaparlardı: Kapalı Çarşı’daki esnaf teşkilâtı, İttihâdçılar tarafından 1912’de dağıtılınca, idare ve ticarî hayatta da değişmeler oldu. Kapalı Çarşı’daki hayâtı, ticâreti, idare tarzını ve fonksiyonunu anlatan bir çok eser olup, yerli ve yabancı yazarlar tarafından kitap, makale ve broşürlerle bütün dünyâya tanıtılmıştır.

Dünyâca meşhur İtalyan edîbî Edmondo de Amicis, İstanbul ile alâkalı seyahatnamesinde Osmanlı târihi üzerinde bilgi vermekte ve Kapalı Çarşı hakkında özetle şunları söylemektedir:

“Kapalı Çarşı’nın, dış taraftan dikkati çekecek ve içerisini tahmîn ettirecek bir hâli yoktur. Cümle kapısından içeri girilince civar yollardan gürültü gelmez. Kapıdan içeriye girer girmez insan; oymalı direklere ve sütunlara dayanan kemerli kubbelerle iç içe örtülmüş sokakları, mescidleri, çeşmeleri, dört yol ağızları, küçük meydanları olan, kesif bir ormana sızan güneş ışığı gibi, zayıf loş bir ışıkla aydınlanan ve pek büyük bir kalabalığın dolaştığı hakîkî bir şehirle karşılaşır. Her sokak bir çarşıdır ve hemen hepsi de siyah, beyaz taştan kemerleri olan, bir kubbeyle örtülü câmi sahnı gibi arabesklerle süslü bir ana yola çıkılır. Müşteri dört bir taraftan sözlerle, işaretlerle çağrılır. Müslüman tüccarların kuvvetli bir îmânla nurlanmış simalarını bulabilmek için, çarşıya gelip en içerdeki sokakların en loş eski dükkanların dip taraflarına bakmanız gerekir. Orada bağdaş kurmuş bir hâlde hareketsiz ve vakur oturur, ağızlarını açmadan kaderlerinde olan müşterilerini beklerler. İşleri yolundaysa “Maşallah”, değilse, “Olsun” derler ve başlarını tevekkülle eğerler. Bir kısmı Kur’ân-ı kerîm okur, bâzıları İsm-i Celîli dalgın dalgın mırıldanarak tesbih çeker, bâzıları derin düşünceler içindedir. Ne düşünürler? Belki Sivastopol önünde şehîd düşmüş oğullarını, belki, Peygamberin aleyhisselâm vâd ettiği Cennet bahçelerini düşünür.

Kapalı Çarşı’da, insanın aklını başından alabilecek bir eşya ve insan kalabalığı görülür. Bununla beraber kargaşalık ancak görünüştedir. Bu koca çarşı, bir kışla kadar muntazamdır ve bir iki saat içinde yol gösteren kimse olmadan insan aradığı her şeyi bulabilecek hâle gelir. Her türlü malın küçük bir mahallesi, küçük bir sokağı, küçük bir koridoru ve küçük bir meydanı vardır. Rastgele çarşıya dalın, günün yarısını farkına varmadan geçirirsiniz. Kumaş ve esvap çarşısı, insanın gözünü, aklını ve kesesini kaybettirecek kadar zengin ve muhteşem bir çarşı, bir panayırdır.”

-----------------

1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 218

2) Kapalı Çarşı (Hayat Târih; Sene-1966, sayı-9, sh. 37, sene-1973, sayı-1, sh. 49)

3) İstanbul, (Edmondo de Amicis); sh. 100

Ordu bu hale nasıl geldi?

Ordu bu hale nasıl geldi?


Ordumuzu, kurum ve tüzel kişilik olarak tenzih ederek soruyorum:
Ordu bugünkü hale nasıl düşmüştür?
Bunun birinci sebebi, 1950'li yıllarda oğullarının bir kısmını askerî liselere ve harp okullarına göndermeyen Müslümanların gafletidir.

Çok iyi hatırlıyorum ve biliyorum, o tarihlerde Müslümanlar en parlak, en zeki, en kabiliyetli, en vasıflı çocuklarını tıp ve mühendislik fakültelerine yolluyorlardı. Çünkü o meslekler gözdeydi, onlarda çok para, itibar ve refah vardı. Dindar, muhafazakâr kesim, Hacı Beyler orduyu, subayları tutmuyorlardı. Çocuklarını askerlik kariyerine sokup da niçin harcasınlardı?

Sonunda olan Türkiye'ye oldu. Devlet, ülke ve halk olarak...
Tabiat boşluğu sevmez...

1950'li yıllarda -çok iyi hatırlıyorum- sokaklarda, nakil vasıtlarında, lokantalarda, her yerde üniformalı subaylar görülürdü. Bugün kışla ve askerî daire dışında bir tek üniformalı subay göremezsiniz. Ordu halktan ve toplumdan kopmuştur.

50'li yılların ikinci yarısında Ankara'da bir grup arkadaş aylık İslâm mecmuasını çıkartmaya başlamıştık. İdarehanesi, Hacı Bayram Camiinin karşısında Millî Mücadele yıllarından kalma eski bir binadaydı. O tarihî camide bazen üniformalı subayların, başlarında beyaz namaz takkeleriyle ibadet ettiklerini görürdüm. İsmini unuttum, uzun boylu bir yarbay vardı, bazen cami içinde Yunus Emre'den ilahiler okurdu. Sesi gür Zekai efendinin imamlık yaptığı günlerdeydi.

Bugün ne Hacı Bayram Camiinde, ne de başka bir İslâm mabedinde üniformalı bir subayı, başında takke olduğu halde namaz kılarken görebilirsiniz.
Yine 1950'li yıllarda Ankara İlahiyat Fakültesi'nde üniformalı askerî öğrenciler "Moral subayı" olarak yetişmek üzere tahsil görüyorlardı. Bazılarıyla görüşürdüm.

Nice askerî birliklerde camiler ve mescidler vardı. Beş vakit ezan okunur, cemaatle namaz kılınırdı. Kıraati düzgün, ilmihal bilgisi namaz kıldırmaya müsait hâfız bir er imamlık yapar, bazen dindar birlik kumandanı onun arkasında safa dururdu.

50'li yılların sonunda DiyanetBaşkanlığı'nda iki yıl kadar kadrolu mütercimlik yapmıştım. Başkanlık Opera binasına yakın bir yerdeki tarihî binadaydı. Karşısında, Samanpazarı'na çıkan yolda Deniz Kuvvetleri Kumandanlığı binası bulunuyordu. Diyanet binasında Cuma namazı kılınmazdı ama Deniz Kuvvetleri binasının mescidinde kılınırdı. Cuma vaktinde kapılar herkese açılır, isteyen içeriye serbestçe girer ve namazını kılardı.

Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde talebelik yıllarımda sık sık askerî doktor yüzbaşı Erzurumlu Dursun Aksoy ağabeyin evine gider gelirdim. Kendisi Nakşibendî tarikatine mensup son derece sofu ve dindar bir kimseydi. Adanalı Sami Efendi hazretlerine mensuptu. Yukarıda bahs ettiğim İslâm dergisi kurucu ve idareci heyetine mensuptu. Yazın en sıcak günlerinde nafile oruç tutardı. Bir vakit namazını aksatmazdı. Hanımı misafirlere çay hazırladığı vakit kapıyı tıklatır, beyi hemen seğirtir, tepsiyi onun elinden alır, çayları dağıtırdı. Yani kaç göçlü bir Müslüman aileydiler. Birkaç yıl önce Dursun bey Medine-i Münevvere'de 90 küsur yaşında rahmet-i Rahman'a kavuştu. Nur içinde yatsın.

Ordunun bozulması o menhus, o uğursuz, o katil 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra başladı. Nihayet bugünkü korkunç günlere geldik.
Orduyu tenzih ederek yazıyorum: Dinsiz bir çete:
Askerî okullara başı örtülü annelerin,
Sakallı babaların,
Dindar ailelerin,
Namaz kılan ana babaların çocuklarını almadı.
İnanır mısınız, ismi Abdüsselam olduğu için Sünnî Müslüman kökenli gençler bile alınmadı.
İnançlı bir Müslüman olmak,
Namaz kılmak,
Oruç tutmak,
İçki içmemek,
Nâmahrem kadın ve kızlarla düşüp kalkmamak,
Dans etmemek suç sayıldı.

YAŞ kararlarıyla nice çok başarılı ordu mensubu, bütün hakları ellerinden alınarak meslekten atıldı. Ordudan atılanlara iş veren belediyeler tehdit edildi.
Orduevlerine başörtülü kadın ve sakallı erkek sokulmadı.

İnanmayacaksınız, bir askerî okulda bir öğrencinin dizlerini muayene etmişler, gizlice namaz kılıyor ve dizinde nasır gibi bir alamet oluşmuş mu diye.

En sonunda ordu Müslüman halktan koptu.
İsrail'den temin edildiği söylenen bilgisayarlarla ülkedeki dindarları fişlemeye başladılar.

Dindar Müslümanları devlet ve Cumhuriyet için tehdit ve tehlike olarak gördüler.
28 Şubat'tan sonra kız yurtlarına baskınlar yapıp, bazı kızların saçlarını acaba peruk takıyor mu diye çekiştirdiler.

Gerçek demokrasinin karşısına vesayet demokrasisini çıkarttılar. Türk halkının temel haklarına karşı resmî ideoloji heyûlası engelini diktiler.
Hepimiz gördük: Son Cumhuriyet bayramında Çankaya Köşkü'ndeki resepsiyona gitmediler, kendileri paralel bir resepsiyon yaptılar. Neymiş, Cumhurbaşkanının eşi başörtülüymüş.

Ortada korkunç bir kriz vardır. Bu krizin birinci sorumlusu bundan elli altmış sene önceden başlayarak çocuklarını askerî mekteplere göndermeyen Müslümanlardır.
Bu kriz nasıl çözülür?.. Bu konuda şu yetmiş milyonluk millet içinde, işe yarar çare ve çözüm üretecek beş kişi bile çıkmaz sanırım. O beş kişiyi bulmalı ve doğru dürüst bir rapor hazırlatmalı.

Bu yapılmaz ve hemen harekete geçilmezse ileride çok vahim hadiseler olabilir.

5 Kasım 2010
Mehmet Şevket Eygi

Askerler anlatıyor

Askerler anlatıyor


Bu sabah yine canım sıkıldı, kahr oldum. İçiniz açılmaz, siniriniz bozulur ama size de tavsiye ediyorum, http://www.askerleranlatiyor.blogspot.com/ sitesini açın ve oradaki yazıları okuyun.
Bunlar doğruysa Türkiye batmış demektir.

Bence bu sitede anlatılanlar doğru mudur, gerçekleri yansıtmakta mıdır?.. Doğru olduklarını sanıyorum.

Orada çeşitli kaynaklardan gelen yazılanların hepsinin ifadesi, imlası, edebî üslubu düzgün. Demek ki, yayınlanmadan önce redaksiyon yapılıyor.

Bu sitenin pek yakında büyük bir gürültü çıkartacağını sanırım.
Ordumuzun bütünüyle yıpratılmasına taraftar değilim.
Ordu devletimizin (rejimin, düzenin, sistemin değil), halkın, ülkenin, tek kelimeyle Türkiye'nin ordusudur.

Ergenekoncular, vesayet sistemi taraftarları, resmî ideoloji faşistleri orduyu kendi emellerine hizmet ettirmek istiyor.
Bugünkü haliyle olmasa bile ordu teorik olarak "Peygamber ocağıdır."
Ordu, Türkiye halkının temel insan haklarına, hürriyetlerine riayetkâr olmalıdır.
Ordu dindar subaylara, astsubaylara, erlere din hürriyeti sağlamalıdır.
Askerî birliklerde, isteyenin gidip serbestçe ibadet edebileceği mescidler ve camiler bulunmalıdır.

Askerlere fizikî ve psikolojik eziyet yapılmamalıdır.
Ordu evlerinde, askerî sosyal tesislerde lüks, israf ve debdebeden kaçınılmalıdır.
On binlerce vatan çocuğuna garsonluk, hizmetçilik, köpek bakıcılığı gibi işler yaptırılmamalıdır.

Sünnîlerin çocuklarına subaylık ve astsubaylık yolları kapatılmamalıdır.
Ordunun bütün harcamaları devletin, hukukun, Sayıştay'ın kontrolü altında olmalıdır.

Orduya cahil, nâkıs, iyi yetişmemiş olarak gidenler, orada kemal, olgunluk bulmalı, edep ve terbiye öğrenmeli, yüksek ahlâk ve karakter sahibi olarak terhis olmalıdır.
Vatan çocuklarının en güzel ve tatlı hatıraları, askerlik müddetine ait olmalıdır.
Terhis olan askerler bayramlarda kumandanlarını hatırlayıp onlara tebrik mesajları göndermelidir.

Bazı tekke binalarının kapısında "Burası âşıklar kâbesidir. Buraya eksik gelen olgun ayrılır" mealinde Farsça bir beyit yazılıdır. Ordu birlikleri, kışlalar da böyle olmalıdır.
Subaylar ve astsubaylar askerler için güzel örnekler ve modeller olmalıdır.
Askerlikte elbette disiplin olacak, elbette çileli işler olacaktır. Bunlar gençlerin ruhen, fiziken, ahlâken yetişmesine hizmet eder. Lakin askerlikte işkence, eziyet, küfür, hakaret, dayak asla olmamalıdır.

Askerlere adalet, şefkat ve merhametle muamele edilmelidir.
Ordumuzda halen son derece faziletli, ahlâklı, yüksek karakterli, haysiyetli, doğru ve dürüst subay ve astsubay bulunmaktadır. Kötülerin yüzünden ordunun tamamını suçlamak ve karalamak doğru olmaz.

Kanunlar çıkartılarak ordu içinde din, inanç, ibadet hürriyeti sağlanmalıdır.
Orduda dindarlara baskı yapılması yasaklanmalıdır.
ABD çok kötülükler yapıyor ama onun ordusunda tam bir din hürriyeti vardır. İngiltere, Almanya, Fransa orduları da böyledir. İnsan haklarına ve âdil hukuka dayalı bütün demokratik ülkelerde de durum böyledir.

Ordu düzelirse, ordu âdil olursa, ordu millî kimlik ve kültüre bağlı olursa, ordu genç nesilleri ıslah ederse (iyileştirirse) Türkiye yükselir; aksi takdirde batar.

Mehmet Şevket Eygi
03 Aralık 2010 - Milli Gazete

2010-12-26

Türkiye Bir İslam Ülkesi midir?

Türkiye Bir İslam Ülkesi midir?


Soru:Türkiye bir İslam ülkesi midir?
Cevap: Evet, bir İslam ülkesidir. Çünkü halkının büyük çoğunluğu Müslümandır. Günde beş vakit ezan okunmaktadır. Cuma namazı kılınmaktadır (ama cumanın şartlarından biri olmadığı için ayrıca zuhr-i âhir namazı kılmak gerekir), oruç tutulmaktadır, hacca gitmek (kontenjana tâbi olarak) serbesttir, Müslüman cenazeleri İslam dininin hükümlerine göre toprağa verilmektedir.

Soru:Türkiye devleti bir İslam devleti midir?
Cevap: Değildir.

Soru:TC laik bir devlet midir?
Cevap: Kesinlikle değildir.

Soru:Peki TC nasıl bir devlettir?
Cevap: Bizde bir "Devlet dini" sistemi vardır. Din ile devlet barışık değildir. Devlet (daha doğrusu rejim) dine ve dindar halka baskı yapmakta, onların temel hak ve hürriyetlerini kısıtlamaktadır.

Soru:Türkiye Darülislam mıdır, Darülharb midir?
Cevap: Bu soruya ben kendim cevap veremem. Darülharb diyen vardır, Darülfetret diyen vardır, az miktarda Darülislam diyen de vardır.

Soru:Türkiye Darülharp ise buradan hicret etmek gerekir mi?
Cevap: Gerekir.

Soru: Devlet ile rejim (sistem, düzen) aynı şey midir, ikisini özdeşleştirmek doğru mudur?
Cevap: Devlet ile rejim ayrı şeylerdir. Devlet cevherdir, rejim ise araz. Devlet bizim devletimizdir, sistem/düzen bizim değildir.

Soru:Yıkılsın bu devlet demek doğru mudur?
Cevap: Değildir. İnsan, içinde yolculuk ettiği uçağın düşmesini, geminin batmasını, otobüsün uçuruma yuvarlanmasını ister mi hiç? Devlet ayakta dursun, kötü düzen veya sistem gitsin, yerine iyisi, âdili gelsin.

Soru:Türkiye Darülharbtir diyerek, İslam'ın yasak ve haram kıldığı münker şeyler
yapılabilir mi?
Cevap: Yapılamaz.

Soru:Bozuk, fâsık, fâcir, günahkâr, isyankâr Müslümanları kardeşlikten reddedebilir miyiz?
Cevap: Kalplerinde zerre kadar iman varsa asla onları kardeşlikten atamayız, onlara ihanet edemeyiz.

Soru:Müslüman Müslümanı aldatabilir mi?
Cevap: Aldatamaz. Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz hazretleri "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuşlardır.

Soru:Kötü Müslümanlara nasıl davranmalıyız?
Cevap: Onların ıslahına dua etmeliyiz. Onları (akılları ve kültürlerine göre) uyarmak ve ıslah etmek için sabırla propaganda yapmalıyız.

Soru:Müslüman olmayanlara karşı vazifelerimiz var mıdır?
Cevap: Elbette vardır. Gayr-i Müslimleri İslam'a ve imana davetle mükellefiz. Bu davet en güzel, en uygun şekilde yapılmalıdır. Gayr-i Müslimler de Muhammed Mustafa'nın (salat ve selam olsun ona) ümmetidir. Biz mü'minler Ümmet-i icâbetiz, onlar Ümmet-i dâvettir.

Soru:Türkiye'de irtidat (dinden dönüş, dinden çıkış) cereyanı var mıdır?
Cevap: Maalesef vardır. Bunun sorumluluğunun ve vebalinin yüzde ellisi Müslüman hocalara, cemaatlere, tarikatlara, vakıflara, derneklere aittir.

Soru:Bazı cemaatler "Biz kendi işimize bakarız, başka konular bizi ilgilendirmez" diyorlar. Bu zihniyet doğru ve haklı mıdır?
Cevap: Değildir. Çünkü bütün mü'minler tek bir vücut gibidir. Doğudaki Müslümanın ayağına diken batsa, Batıdaki Müslüman onun acısını duyacaktır. Bütün Müslümanlar tek bir Ümmettir. Ümmetten kopmak büyük bir sapmadır.

Soru:Şu anda dünyada İslam'dan başka hak din var mıdır?
Cevap: Yoktur. İslam'dan başka hak din vardır diyen mürted olur.

Soru:En hayırlı Müslüman kimdir?
Cevap: İhlaslı olmak şartıyla en âlim, en ârif, en ahlaklı, en faziletli, en takvalı, en hayırsever, en zâhid, en mücahid olandır.

Soru:En hayırlı cemaat hangisidir?
Cevap: Yukarıda anlatılan olgun Müslümanlar yetiştirmek için çalışan ve bünyesinde
böyle Müslümanlar barındıran cemaattir.

Soru:Yahu sen kimsin, kim oluyorsun?
Cevap: Son derece hakir ve kusurlu bir Müslümanım. Hiç olmak istiyorum, onu da olamıyorum.


M. Şevket Eygi –Milli Gazete

Bu ay öne çıkanlar