2010-11-20

İkinci Abdülhamit Han'ın Merhameti

İkinci Abdülhamit Han'ın Merhameti

Sultan Abdülhamîd Han'ın musahibi Nâdir Ağa anlatıyor:Sultan Abdülhamid Han devrinde, size fakir bir memurun macerasını anlatayım!..

Aksaray'da oturan fakir bir memur... Ayda, o zamanın parasıyla 500 kuruş alıyor. Zevcesi hâmile ve doğum yakındır. Nihayet, beklenmedik, tedariksiz bir anda sancılar başlıyor. Mevsim de kış... Adamın on parası yok... Ne doktor getirtebilir ne de ebe... Ne yapsın şimdi bu adam!... Hemen Bakırköy Postahânesi'ne koşuyor. O zaman Yıldız'a telgraflar yalnız Bakırköy Postahânesi'nden çekilebilirdi. Zât-ı Şâhâne'ye hitaben acıklı bir telgraf çekiyor... Aynı günün gecesi, Sultan Abdülhamîd Han, salonda otururken, telgrafı arz ediyorlar. Bir kere, bir kere daha okuyor ve mırıldanıyor:

"Demek benim tebaam arasında bu kadar çaresiz kalanlar da varmış..." Hükümdar, derhâl beni çağırttı ve emretti:

Hemen bir saray arabası hazırlat ve sarayın doktor ve ebelerini gönder! Son süratle gitsinler! Şu bir kese altını da al, hediye olarak götür, çocuğun masraflarına karşılıktır. Bana da hızla neticeyi bildir!..."Huzurdan çıkar çıkmaz. Yanımda Besim Ömer ve eski şehremini Cemil Paşa gibi en muktedir doktorlar, hastanın imdadına yetiştik. Sabaha karşı döndüğüm zaman, Sultan'ın hâlâ uyanık olduğunu hayretle gördüm. Sultan bu kadar basit bir iş üzerinde bile merak ve heyecanla, dalgın ve düşünceli neticeyi bekliyor. Belki de bu basit hadiseyi, devlet reisiyle tebaadan en basit fert arasındaki ince bağ noktasından fevkalâde ehemmiyetli buluyordu.


Sultana, nûr topu gibi bir oğlan çocuk doğduğunu ve kendisine babası tarafından "Abdülhamîd" ismi verildiğini söyledim. Sultanın çehresinde ılık bir his gezindi, rahat bir nefes aldı ve huzur içinde istirahat köşesine doğru uzaklaştı, gitti. Gerisini siz hesap ve hayal ediniz!

Sultan Vahdettin Vatan Haini midir ?

Sultan Vahdettin Vatan Haini midir ?


Sultân Vahidüddin vatan hâini midir? Mustafa Kemal kendi başına mı 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmıştır?

Önemle ifade edelim ki, Cumhuriyet de Osmanlı da, iyisiyle kötüsüyle, Müslüman Türk milletinin malıdır. Bir insan ecdadını kötülemekle hiç bir yere varamaz. Tarihin her döneminde iyi şahsiyetler de kötü şahsiyetler de gelebilir. Ayrıca iyi şahsiyetlerin kötü ve yanlış tasarrufları ve kötü şahsiyetlerin de iyi ve güzel tasarrufları bulunabilir. Bir şeyi toptan reddetmek veya kabul etmek, aklın işi değildir.

İşte bu esaslar çerçevesinde, Mustafa Kemal'in başarılarını saymak, SultânVahidüddin düşmanlığı sayılmamalı; Sultân Vahidüddin'in yaptıklarını anlatmak da Mustafa Kemal düşmanlığı olarak görülmemelidir. Bu gözle bakıldığında, Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışı ve Sultân Vahidüddin'in şahsiyeti ile ilgili Cumhuriyet döneminde yazılanlar, çizilenler ve yapılan değerlendirmelerin tek taraflı olduğu hemen göze çarpacaktır. Biz, bunu yapmayacağız. Zaten bu kitabımızı da, Cumhuriyet ile Osmanlı'nın buluşacağı milli buluşma kitabı olarak görüyoruz. Ayrıca bizim için önemli olan, şahıslar değil, devlet ve milletin devam ve bekasıdır.


Bu genel esaslardan sonra şunları bilmekte yarar vardır:

1) Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşları, tamamen Osmanlı generalleridirler. Hele Mustafa Kemal, Sultân Vahidüddin Hân'ın hem şehzadeliğinde ve hem de padişahlığında yaverliğini yapmış bir Osmanlı subayıdır.

2) Kuvay-ı Milliye'nin tohumları, Kasım 1918'de müttefik düşman filolarının Bo-ğaz'a girmesiyle atılmıştır. Kuvay-ı Milliye bir şahsın değil, bir milletin eseridir. Bu milletin içinde Mustafa Kemal de vardır, Sultân Vahidüddin de vardır. Düşman toplarının Saray'a çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu'ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919'un bir gecesinde Erenköy'de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa'ya mı, Miralay Re'fet Bey'e mi yoksa Çanakkale'de göz dolduran Mustafa Kemal'e mi verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam, Mustafa Kemal Paşa'yı Padişah'a götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve Harbiye Nâzın Şâkir Paşa, Mustafa Kemal'in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hanedanı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hanedan değil vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu Kıtaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu'ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultân Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir. Bunun üzerine Sultân Vahidüddin, İngilizleri de Mustafa Kemal konusunda ikna etmiştir. 6 Mayıs 1919 tarihli Mustafa Kemal'in yetkilerini belirten Talimat hemen yayınlanmıştır. Tam bir diplomasi oyunu oynanmaktadır. Bandırma Vapuruna Mustafa Kemal ile birlikte kimlerin bineceği tesbit edilmiş ve bunların vizeleri temin edilmiştir. Bütün bunlar, Sultân Vahidüddin'in emriyle olmuştur. Her türlü masraf, Padişahın özel imkânları ve gizli ödenekten karşılanmaktadır.

Mustafa Kemal, 15 Mayıs 1919'da Sultân Vahidüddin ile yaptığı son görüşmede, Sultân'ın kendisine 'Paşa, Paşa, Şimdiye kadar devlete çok hizmet yaptın. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin' dediğini bizzat Mustafa Kemal nakletmektedir.

Mustafa Kemal, 16 Mayıs sabahı Osmanlı Devleti'nin temin ettiği Bandırma Vapuruna binmeden evvel, önce Osmanlı kurmaylarıyla görüştü ve onlardan milli bir idare kurulması konusunda tavsiyelerini aldı. Buradan son defa görüşmek üzere Yıldız Sara-yı'na geldi. Padişah'ın "Cenab-ı Allah muvaffak etsin" sözlerinden sonra, Mustafa Kemal, "Bazı fesâd ehlinin kendisi hakkında yanlış şeyler nakledebileceklerini ve bunlara inanıp sadakatinden şüphe etmemesini arz eyledi". 16 Şa'ban 1338/16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal yolda iken, onun Yetki Talimatnamesi, Meclis-i Vükelâ'da ittifakla kabul edildi. İlk dönem masraflarının tamamı örtülü ödenekten karşılanmak üzere karar alındı. Arşiv vesikalarından anlıyoruz ki, Mustafa Kemal Paşa'nın yeni bir devlet kurması için her türlü tedbir alınmış ve hatta görev alanında meydana gelen her çeşit önemli gelişme ile ilgili Osmanlı hükümeti tarafından kendisine şifre ile bilgi verilmiştir. 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, halkın gösterdiği büyük alaka üzerine, İngilizler, Osmanlı Devleti tarafından başka maksatla gönderildiği konusunda ciddi manada şüphelenmişlerdir.

16 Mart 1920'de İstanbul Mütâreke şartlarına aykırı olarak işgal edildiğinde, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanmıştır. Ancak Yunanlıların İzmir'i işgal etmeleri, Anadolu'da meydana gelen gelişmeler ve Rauf Bey gibi bazı farklı görüşlere sahip şahsiyetlere rağmen Mustafa Kemal'in Cumhuriyet istemesi, tek taraflı olarak Mustafa Kemal ile Sultân Vahidüddin'in arasını açmıştır. 1920 ila 1922 tarihleri arasında, fiilen idare Büyük Millet Meclisinde olmasına rağmen, Sultân Vahidüddin Kuvay-ı Milliye ve Büyük Millet Meclisi aleyhine bir tek şey yapmamıştır. Bilakis İşgal Kuvvetlerini yatıştıracak bazı tasarruflar dışında, gizlice ve imkânlarının ölçüsü nisbetinde onların işlerini kolaylaştıracak desteklerde bulunmuştur. Ankara'daki yayın organlarının bütün aleyhteki yayınlarına ve Damad Ferid Paşa'nın İngilizler nezdindeki bazı girişimlerine rağmen, onu hiç bir kuvvet Anadolu'nun bağımsızlığı aleyhine geçir-tememiştir. Hatta Balıkesir Valiliğinin Kuvay-ı Milliye'ye yardım edenlerin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda Dâhiliye Nezâretine yazılan bir yazının cevabında cezalandırılmaması talimatı verilmiştir. Dolayısıyla Sultân Vahidüddin vatan hâini değil; vatanın istiklali için tacını ve tahtını terk eden bir vatanperverdir. Bütün gayretlerine rağmen İstanbul'u işgalden kurtaramayınca, Kuvay-ı Milliye'ye de köstek olmamıştır. İstanbul'u terk ettikten sonra, İngilizler ve İtalyanlar, bütün gayretleriyle onun taşıdığı hilâfet sıfatını Anadolu'daki Kuvay-ı Milliye aleyhine kullanmak istemişlerse de, Sultân Vahidüddin'in iman kuvveti ve vatan sevgisi buna mani olabilmiştir.

3) Bu anlattıklarımızın en büyük delili, bazı ifadeleri, sürgündeki insanın halet-i ruhiyesine aksetmiş olsa bile, yetmiş sene sonra kısmen yayınlanan hatıralarındaki şu satırlardır (Murad Bardakçı'nın eserinden sadeleştirerek veriyoruz):

"Mütâlâalarından ortaya çıkacağı gibi, Mütâreke günlerinde (1918) I. Cihan Harbinin neticelerinden sorumlu olan suçlulardan (Devleti harbe sokan İttihâdcıları kasdetmektedir) bana miras kalan ve birbirini takip eden musibetlere karşı, sadece ve sadece şahsımı siper eyledim.

Aslında bir taraftan tehlikeli bir yerde kalan hilâfet merkezinde savaştan galib çıkan İ'tilâf Devletleri ile yüz yüze olmak ve onlar tarafından sıygaya çekilmek ve diğer taraftan Anadolu'yu istila eden Yunanlılara mukabele için mümkün ve mahrem vasıtalarla Anadolu'ya memur eylediğimiz Yaverlerimizden Mustafa Kemal'in ihaneti ve bize karşı takındığı isyankâr tavrı karşısında kalmıştım.

Bununla beraber aziz vatanımın menfaatleri için Kuvay-ı Milliye'nin sonradan şekil ve mahiyetinin değişeceği hususunda bende meydana gelen fikir ve kanaatlerime rağmen, yine fedâkârlık mesleğini tercih ve takip eyledim. Sırf bu sebep ve hikmet ile, millî gayelere itaatkâr kabineleri iktidara getirdim ve senelerce Kuvay-ı Milliyeyi takviye ettim ve gelişmesi için çalıştım.

Anadolu Zaferinin ne gibi tehlikeli şartlar altında tarafımızdan hazırlandığını gösteren belgeler ile Anayasa gereği saltanat makamının korunacağını tasvir eden diğer mühim evrak tesbit edilerek derlenmiş olduğundan, bunların dahi zamanı gelince umumi efkâra açıklanarak, İslâm'ın hizmetkârı veyahut yıkıcısı olanların teşhir ve tayin edileceğini temin eylerim".

Nitekim vefatını duyan Mustafa Kemal Paşa'nın şu sözleri de, bu cümleleri destekler mahiyettedir: "Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi, Topkapı Sarayı'nın bütün mücevherlerini götürür ve öyle bir ordu kurup dönerdi ki.."

Bu söylediklerimizin her satırı, arşiv belgelerine ve muteber kaynaklara dayanmaktadır. Tarihi düzeltmenin kimseye zarar vermeyeceğini düşünüyoruz.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Doç Dr. Said Öztürk, BİLİNMEYEN OSMANLI, OSAV, Sayfa:300-301-302-303

Ermeniler Bir Milyon Müslümanı Katletti

Ermeniler Bir Milyon Müslümanı Katletti


1915 tarihli Ermeni Tehcir'ini (zorunlu göçünü) Ermeni soykırımı olarak görmek mümkün müdür? Bu konuda Ermenilerin ve Batılı bazı yazarların iddialarına nasıl cevap verebiliriz?

Meseleyi bir kaç yönden açıklamak gerekmektedir.

Birincisi; Tarih boyu Ermeniler, millet-i sâdıka sıfatıyla Osmanlı ülkesinde zimmî tabir edilen statüde yani Müslüman bir ülkenin gayr-i müslim vatandaşı sıfatıyla yaşamışlar ve Osmanlı Devleti, vatandaşlarına tanıdığı bütün hak ve hürriyetleri onlara da tanımışlardır. Şunu belirteyim ki, 1071'den yani 909 seneden beri, şayet bu uzun tarih dönemeci içerisinde biz Müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermeseydik, bugün Türkiye'de az da olsa azınlıklardan söz edilebilir miydi? Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya'da Müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu Hıristiyan milletler ile bizlerin yani Müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir. Ermenilere temel hak ve hürriyetler tanındığı gibi, İslâm Dininin koyduğu prensipler ışığında din ve vicdan hürriyeti de tanınmıştır. Tanzimat'tan sonra ve özellikle de İttihâdcılar zamanında, siyasi haklar, Müslümanlar kadar Ermeniler için de kabul edilmiştir. Hatta II. Abdülhamid, maalesef Ermeni katili diye itham bile edilmiştir. II. Abdülhamid döneminde Agop Paşa, Hazine-i Hâssa Nâzırıdır. İttihâdcılar ise Osmanlı Devleti'ne ihanet eden Gabriel Noradungiyan'ı Hâriciye nâzırı(Dış İşleri Bakanı) yapacak kadar basiretsizleşmişlerdir.

Osmanlı Devleti'nin bu davranışlarına karşılık Ermeniler, Rusya'nın tahriklerine kapılarak ve Berlin Muahedesinin 61. maddesine dayanarak devlete isyan etmeye başlamışlardır. Asla çoğunluk teşkil edemedikleri Doğu ve Güneydoğu Vilâyetlerinde Müslüman insanları ve özellikle Müslüman Kürtleri kesmeye başlamışlardır. 1886’ da kurulan Hınçak Cemiyeti ve bunun gibi bir Ermeni komitesi olan Taşnak Cemiyeti üyeleri, Osmanlı ülkesinde terör estirmeye başlamışlardır. Bu terörü Hamidiye Alayları ile durduran Abdülhamid, Kızıl Sultân diye itham edilmiştir. 1894'de Sason'da isyan eden Hamparsum Boyacıyan Harput Milletvekili olarak İttihâdcılar tarafından Meclis'e bile getirilmiştir. Abdülhamid'i bomba olayı ile yok etmek istemeleri, İstanbul'da arka arkaya patlayan Ermeni ayaklanmaları, onların dış güçlerin emriyle hareket ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.

Nihayet 29 Ekim 1914'de I. Cihan Harbine giren Osmanlı Devleti'ni, Doğudaki Ermeniler, Ruslarla birlikte arkadan vurmaya başlamıştır. Hatta Van'ı boşaltan Ruslar, burayı Ermenilere teslim edince, şarkta (Doğuda) Müslüman katliamı başlatmışlardır (3.8.1915). İşte bu dönemde Doğu ve Güneydoğuda, 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır ve nüfusun da sadece % 5'ini teşkil etmektedir. Bütün tedbirlere rağmen Ermenilerin Müslümanlara uyguladıkları katliam durdurulmayınca, Nisan 1915'de Dâhiliye Nâzırı(İç İşleri Bakanı) Tal'at Bey, Doğu ve Güneydoğudaki 500.000 Ermeninin, mecburi göçe zorlanması (tehcir) kararını almıştır. Gaye, Rus ordularının yollarından Ermenileri uzaklaştırmaktır. Asker himayesinde Irak, Suriye ve Lübnan'a sürgün edilen Ermenilerden bazıları yolda ağır yol şartlarından ve açlıktan ve bazıları da daha evvel yakınları Ermeniler tarafından katledilen bazı sivil ahali tarafından telef edilmişlerdir. Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı ise 1.000.000 kadardır. Olayların içinde yaşayan Amerikalı yetkililer ve askerler, Avrupalı devletlerin bütün yaygaralara rağmen, Ermeni Katliamı iddialarını kabul etmemişler; tam aksine Müslüman katliamının olduğunu söylemişlerdir. Bu raporlar, Amerikan arşivlerinde bulunmaktadır.

İkincisi; Başta Osmanlı Devleti olmak üzere bütün Müslüman Türk Devletleri, bütün askeri hareketlerini, tamamen İslâm Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmışlardır. İslâm Hukukuna göre, bilfiil harp halinde bile, İslâm ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası ve hele hele katliam yapılması, yasaklanmıştır. Ecdadımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır. Yasak fiilleri kısaca sayarak katliamın nasıl mümkün olmadığını özetleyelim: Zulüm ve işkence ile düşman askerini dahi öldürmek; muharip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. insan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (miisle) de yasaktır. Verilen söze veya muahedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez. Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

Bu hükümleri, tehcir kararı alan Tal'at Paşa da bilmektedir. Zaten 1986 yılından sonra bütün Osmanlı Arşivindeki belgeler araştırmacılara açılmasına ve bu konuda iddiası olanların iddialarını isbat etmeye davet edilmelerine rağmen, müslim yahut gayr-i müslim hiç bir hukukçu Osmanlı Devleti'nin katliam yaptığını isbat eden bir tek belgeye rastlayamamıştır.

Üçüncüsü; Tehcir yani mecburi göçün hukukî dayanağına gelince, Hz. Peygam-ber'in Benî Kurayza Yahudilerini, ortak vatanları olan Medine'nin düşmanlara karşı korunmasına söz vermelerine rağmen ihanet etmeleri sebebiyle Medine'den tehcir etmiştir. Aynı sebeple tehcir yapmak da caizdir. İşte Nisan 1915'de Osmanlı Devleti tarafından yapılan da budur.

Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihî ve ilmî değil, sadece siyâsidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Doç Dr. Said Öztürk, BİLİNMEYEN OSMANLI, OSAV, Sayfa:294 - 295

Atatürk Nasıl Öldü ?

Atatürk Nasıl Öldü ?



Karnından Tenekelerle Su Çıkarılmasına Rağmen Izdırabı Dinmiyordu
MUSTAFA KEMAL NASIL ÖLDÜ?


Prof. Dr. Fissinger, Prof. Marcchionini, Ord. Prof. Dr. Erieh Frank, Prof. Bergmann, Dr. Eppinger, Dr. Chabrol, Dr. Chiray gibi dünya çapındaki doktorların ve Türkiye'deki en meşhur mütehassısların(uzmanların) bütün ihtimamlarına(özenlerine), çırpınmalarına, didinmelerine rağmen M. Kemal'in hastalığı bir türlü iyileşmemiş, aksine gittikçe daha da ağırlaşmaya başlamıştı. Bilhassa 1937 ve 1938 yıllarında hastalığı daha da şiddetlenmişti.

M. Kemal 20 yaşlarında iken "Bel soğukluğu" hastalığına yakalanmış, bu hastalık sonraki yıllarda zaman zaman nüksetmişti. Derne'de iken de şiddetli bir göz iltihabı geçirmiş, bu hastalık nedeniyle bir gözünde şaşılık kalmıştı (Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu. Atatürk'ün Sağlık Hayatı. Hürriyet Yayınları. İstanbul: 1981, s. 8). Daha sonraki yıllarda da böbrek ve kalb rahatsızlığı geçirmişti, ama bu defaki hastalık hiçbirisine benzemiyordu. Doktorlar ne yapsa ızdırabı dinmiyor, bilakis günden güne artıyordu.

Hastalığın seyri
M. Kemal'in "son anlarına dâir zengin bilgi kaynaklan ne yazıkki "sansüre" tâbi tutulmuştur. Prof. Şehsuvaroğlu, 1923'ten son dakikasına kadar kendisine özel hekimlik eden Ord. Prof. Dr. Neş'et Ömer İrdelp'in hatıra bırakabileceği ihtimalinin tek parti devrinin idarecilerini telaşlandırdığını yazmaktadır. Prof. İrdelp bir defasında yurt dışına çıkarken Cumhurbaşkanı İsmet İnönü kendisine şöyle demiştir:"Güle güle git! Fakat senden bir ricam var, katiyyen hatıratını yazma!"


Bunun üzerine Neş'et Ömer Bey, "Hiç niyetim yok" cevabını vermiştir, ama o devirde iktidarı ellerinde bulunduranlar bu cevaptan tatmin olmamış olacaklar ki 1949-50 senelerinde bir hırsızlık süsü verilerek M. Kemal'in özel doktorunun evleri aranmış ve böyle bir hatırat olup olmadığı araştırılmıştır. (a.g.e., s. 6)

M. Kemal'in son anlarında konsultan hekimlerinden Dr. Mehmet Kâmil Berk'in tuttuğu hatıralar da Prof. Neşet Ömer tarafından elinden alınmış, daha sonra bu defter de sırra kadem basmıştır, (a.g.e., s. 6)

İşte bu bakımdandır ki M. Kemal'in son demleriyle ilgili bilgi kaynakları sınırlıdır. Biz bu kaynakların en sağlıklısı olan Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu'nun eserinden faydalanarak bu mühim devreye ışık tutmaya çalışacağız.

Yukarıda da kaynak olarak verdiğimiz "Atatürk'ün Sağlık Hayatı" isimli kitabın mevzuumuzu ilgilendiren kısımlarına göz gezdirelim:

1937 senesinde M. Kemal'in en çok şikayetçi olduğu rahatsızlık, vücudunun muhtelif yerlerindeki, bilhassa ayaklarındaki kaşıntıdır. 1937 Ekim'inde bu kaşıntıların müsebbibinin Çankaya köşkündeki "et yiyen cinsinden küçük kırmızı karıncalar" olduğu söylenince, bu defa âdeta bir seferberlik ilan edildi. Genelkurmay zehirli gaz uzmanı Nuri Refet Korur'un tavsiyesi ile köşkün "Cyclon B" denen siyanidrik asit gazıyla dezenfekte edilmesi kararlaştırıldı. Bu zehirli gaz gemilerde farelere karşı da kullanılmaktaydı. Bu bakımdan Yavuz gemisinden uzman bir ekip getirtildi. 7 Şubat 1938 günü işe girişilerek, köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kağıtlarla kapatılarak gaz geçirmez bir hale getirildi. 48 saat müddetle köşk yoğun bir gaz altında tutuldu, (a.g.e., s. 68)

Bütün bu faaliyetlerden sonra köşk kırmızı karıncalardan temizlendi ama M. Kemal'in kaşıntıları yine geçmedi. Bunun üzerine yurt dışından doktorlar getirtildi. O sırada M. Kemal'in karnı da çok miktarda su toplanmaya ve bu su şiddetli rahatsızlık vermeye başlamıştı. Doktorlar yaptıkları muayene neticesinde hastalığa teşhis koymuşlardı. Bütün belirtiler, hastalığın "Siroz" olduğunu ortaya koyuyordu. M. Kemal o zamana kadar her gece yaklaşık bir litre rakı içmekteydi. Doktorlara göre hastalığın âmili bu alışkanlıktı.Doktorlar hastanın karaciğerinin artık vazifesini yapmadığını, zehirlenmenin başladığım, vücuttaki yağların tamamen eridiğini, şimdi de etlerin erimekte "olduğunu söylüyordu.


12 litre su
Ağustos 1938'de hastalık iyice artmış, karında çok miktarda su toplanmıştı. Bu yüzden M. Kemal ızdırap içerisindeydi. Sonunda bu suyun alınmasına karar verildi. Prof. Mim Kemal Öke 7 Eylül 1938'de M. Kemal'in karnında toplanan suyu şırınga ile aldı. Karından 12 litre su çıkmıştı, (s. 28)

Ne var ki bu müdahaleden birkaç gün sonra karında tekrar şu toplandı. Bunun üzerine 22 Eylül 1938'de yine Prof. Öke karındaki suyu aldı. Bu defa da yaklaşık 12 litre kadar mayi çıktı, (a.g.e, s. 28)

Bu gibi çalışmalara, bütün bakım, tedavi ve ihtimamlara rağmen rahatsızlık günden güne şiddetleniyor, karında yine su birikiyordu.

Ekim başlarından itibarenki gelişmeleri Prof. Şehsuvaroğlu'nun kaleminden takip edelim:

"(13 Ekim '38'de yine karından su alındı.) Çekilen su şişelere boşaldıkça M. Kemal:
'"Bu kadar su aşağı yukan bir gaz tenekesi doldurur. Karın içinde taşınabilir mi?' diye sordu.
"On buçuk litre dolayında su boşaltılmıştı. Su alınması sona erince M. Kemal:
'"Oh... Çok rahat ettim. Şimdi bana bir sigara ile bir kahve verin' dedi." (a.g.e, s. 86)
"16 Ekim 1938 Pazar: Dr. Neş'et Ömer İrdelp M. Kemal'in geçen geceden beri bozulduğunu ve yine bundan evvel olduğu gibi tenebbüh (üstün uyarlılık) arazı, fikirlerde confusion (kanşıklık) ve hareketlerinde gayri tabiilik meydana geldiğini anlattı. Gece sıkıntılı ve uykusuz geçmiş. Bazan hiddet ve şiddet göstermiş. Sabah yatağından defi hacet (büyük abdest) için bidet (bide-alafranga oturak)ye binmiş. Arkaya doğru yatak tarafına düşmüş. Lâkin kendini bilmiyormuş. Günü agitation (ajitasyon çırpınma) ile geçirmiş. Yatakta çırpınıyormuş; bağırmış, hiddet etmiş. Birkaç defa kusmuş. Nihayet saat 18.50'de kendisinden tamamıyle geçmiş.

"Bir gün evvel 40 dakika kadar bayanlarla görüşmüş ve diğer bazı zevatı kabul etmiş. Şüphesiz yorulmuştur. Odasına girdik. Yatakta yatıyor, kendini hiç bilmiyordu. Mütemadiyen bilhassa sağ bacağını çekiyor. Kollarını oynatıyor, başının vaziyetini değiştiriyordu. Gözleri açık, bakış mânâsız idi, bazen: 'Off!...' diyordu." (a.g.e, s. 30)

"Aman dil"
"Bu günler için Dr. İ. A. Özkaya da şöyle diyor: "'16 Ekim pazar günü saat: 14.30'u gösterirken Prof. Dr. Neş'et Ömer İrdelp ile Prof. Dr. M. Kemal öke, M. Kemal'in yattığı odanın koridorunda bazı ilaçları hazırlamaktaydılar. M. Kemal yatağında oturmuş devamlı olarak öğürüyordu. Bir taraftan da: '"Bırak, bırak...' diye bağırıyordu.

"Etrafındakiler kendisini yatırmak istedilerse de o buna karşı geldi. Bu yüzden gerekli görülen ilaçların enjeksiyonu otururken yapıldı. 'Bırak, bırak... Çabuk...' gibi kelimeleri ardı sıra tekrarlıyordu. Bir ara ağzından az miktarda sarı renkte sıvı geldi. Küçük buz parçalan yutturuldu. Aradan bir müddet geçince öğürtü kesildi. Bundan sonra M. Kemal:

'"Beni kaldırınız' dedi
"Oysa yatırınız demek istemişti. Böyle olduğu anlaşılınca yatırıldı.
Bu sırada baş ucuna yaklaşan Hasan Rıza Soyak'ın:
'"Buz iyi geldi mi efendim?" sorusuna:
"'Evet' cevabını verdikten sonra kendisini kaybetti. Komaya girmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyordu. Bir yandan da 'aman' kelimesini uzatarak:
'"Aman dil, aman' diye söylenmeye başladı." (a.g.e, s. 87)

"18 Ekim Salı sabah saat 10.30'dan başlamak üzere sık olarak 'Aman dil, aman dil, bu geceden efendim' sözlerini tekrarladı. 17.30'dan itibaren 65 dakika süre ile uyudu. 17.37'de bol idrar dolayısı ile yatağı değiştirildi. 19.45'te aynı hal tekrarlandı.

"19 Ekim: çamaşırları, bu arada yatmakta olduğu büyük karyola çarşaflan ile birlikte küçük bir karyolayla değiştirildi. Saat 15.30'da kendisinden istenilen hareketleri yapabildiği dikkatleri çekti. Örneğin söylendiğinde dilini gösterdi. Vakit vakit uyukluyor ve etrafı ile ilgileniyordu. Saat 17.00'de kendiliğinden şişeyi isteyerek idrarını yaptı."

"21 Ekim: M. Kemal gözlertni açtı ve karşısında o anda yanında olan Başsofracısı İbrahim Ergüven'i gördü ve ona:
'"İbrahim, sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?' diye sordu.

"İbrahim Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini, bir defasında da dört kişinin yardımı ile kendisinin bir battaniyenin üzerinde başka bir yatağa alındığını, bu sırada üzerine çıkılan karyolanın kırıldığını ve şimdiki ile değiştirildiğini anlattı." (a.g.e, s. 88)

"7 Kasım 1938 Pazartesi: Bu günün ilk dakikalarında Atatürk arka üstü yatarken, bir ara tükürdü ve tükürüğünde kan dikkati çekti. Çok sıkıntı içindeydi. Arada bir öksürüyordu. Gece, aralıklı olarak bir saat uyudu. El ve ayaklarında farkına varılan soğukluk oğuşturularak giderilmeye çalışıldı.

"Aynı günün sabahı saat 10.30'da doktorlar yanına geldiler. Karnında toplanan sudan o kadar rahatsız olmaktaydı ki bunun mutlaka alınmasını istedi.

"M. Kemal o gün öğleden evvel Dr. Nihat Reşat Belger'i çağırdı ve ona:
"'Doktor, karnımdaki bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü, bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın' dedi.

"Dr. Nihat Reşat Belger'in:
"'Emr-i devletinizi yarın ifa ederiz. Çünkü malum-u devletiniz üzere su çekilmeden önce kalbi takviye edecek tedbirler almak zarureti vardır," demesi üzerine M. Kemal:
'"Emrediyorum. Bunu bugün çekin' diye çıkıştı.
"Vakit öğleye yaklaşmıştı. M. Kemal başta özel doktoru Prof. Dr. Neş'et Ömer İrdelp'le diğer doktorları yanma çağırttı ve:
'"Ben çok muzdaribim, hemen suyu alın! diyerek isteğini tekrarladı.

"Prof. Dr. Neş'et Ömer İrdelp:
'"Efendimiz, yarın yapılacak, herşey hazırlanıyor' diye cevap verdi."
Atatürk:'"Bugünle yarın arasında ne fark var? Hemen yapınız' diye direndi.


"İlk ponksiyonu yapmış olan Prof. Dr. M. Kemal Öke'nin halen Gülhane'de (Askerî Tıp Akademisi) ders vermesi dolayısı ile sarayda bulunmadığı, ertesi güne ertelenmesi gerektiği anlatıldı ise de o:

"'İşte Dr. Kâmil (Berk) Bey var, zaten bu işi en iyi beceren de o imiş, o yapsın' dedi.
"Bu direniş karşısında doktorlar yanından ayrıldılar. Doktorların dışarı çıkmalarıyla beraber M. Kemal'in kaşları çatıldı ve sesi de hiddetlendi:

'"Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur' dedikten sonra karnını göstererek, 'Bu insupportable (dayanılmazdır) diye ekledi.

"Hazırlığını tamamlayan Dr. Kâmil Berk saat 12.00'de ponksiyona başladı. M. Kemal karnındaki bütün suyun alınmasını istedi ve boşaldıkça ne kadar su çıktığını soruyordu. Çekilen su miktarı litre hesabı olarak Dr. Nihat Reşat Belger tarafından izlenmekteydi. Gerçekte altı litre su alındığı halde Atatürk'e bunun iki katı söylendi.

"Bu ikinci su alınmasından sonra M. Kemal epeyce rahatladı ve canı enginar yemeği istedi. Fakat bu sebze o zaman İstanbul'da bulunmadığından Hatay'a ısmarlandı. Enginar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı ve yemesi kısmet olmadı." (a.g.e, s. 93)

"8 Kasım 1938: Gece fena geçti, derin confusion mentale (düşüncede, aklî çalışmalarda karışıklık) var. Bu sabah daha açıktır. Saat: 18.00'de iki defa kay etti. Akşama doğru yine dimağî teşevvüşler oldu ve geceye doğru fazlalaştı.

"'Beni gezdir' diyor, sonra:
'"Beni sağ tarafıma yatır' diyor, 'ört, ört!' diye emrediyor. Bay Rıdvan çıkmak istiyor.
"'Nereye gidiyorsun? Of beni kaldır, belki birşey olur' diyor. Yatırıhyor, uykuya dalıyor. 6.00'da uyanıyor. Süt veriliyor.

'"Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?' diye soruyor ve tekrar uyuyor.

"7.40'da:
"'Rıdvan!' diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lâkin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor. Ördek getirtiyor. İdrar ediyor. O esnada:

'"Beni kaldır' diye ısrar ediyor.
'"ördek var' deniliyor.
'"Of! Of! diyor. Bir şey söylemek istiyor. Lâkin kelimeleri bulamıyor."
"9 Kasım 1938 : Gece, M. Kemal tekrar komaya girdi. Adalî secousse (sekus)lar (sıçramalar) var. Akşama doğru traşe (nefes borusu) ralleri (dolgunluk sesleri) başladı. Serum şırıngaları. Agoni (can çekişme). İdrar 560 (cm3).

"10 Kasım 1938: Ehval-i umumiye(genel durum) fenadır. Koma devam ediyor. Agoni raileri var. Saat 0.05'te sonda ile 140 cc.lük idrar boşaltıldı. Saat 2.00'de yarım balon oksijen verildi.

"Saat 8.00'i geçerken M. Kemal'in yüzü daha da soldu: sapsarı oldu ve birden gırtlağından 'Hi... Hi... Hi..." diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kâmil Berk gözleri yaşlı ve bir eli karyolaya dayalı olarak, diğer elindeki ıslatılmış pamukla M. Kemal'in ağzına su verme çabasında... üzüntüleri solgun yüzlerinden okunan Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmekteler.

"Saat 9.05 M. Kemal birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi... Ve son nefesini verdi." (a.g.e. s. 95)

"M. Kemal'in Sağlık Hayatı" isimli kitapta M. Kemal'in son anları bu şekilde naklediliyor. Prof. Bedii Şehsuvaroğlu'nun bu eseri bir araştırma ürünüdür. Şüphesiz M. Kemal'in yakınında bulunan doktorlar ve şahıslar hatıralarını nakletselerdi, yahut yazılmış hatıralar neşrolsaydı bu hususta daha geniş ve daha teferruatlı bilgi edinilecektir

MEŞHURLARIN SON ANLARI - BURHAN BÖZGEYİK, TÜRDAV YAYINLARI, 2. BASKI

Karım Bir Gerici Ondan Ayrılmak İstiyorum

Karım Bir Gerici Ondan Ayrılmak İstiyorum


1950'li yılların sonuydu.Bir gazetede bir resim vardı. Çarşaflı bir hanım resmiydi. Altında da: "Kocası, kıyafetinden dolayı bu kadını boşuyor" yazılıydı. Haberi okudum. Koca, eşini mahkemeye vermişti. Ondan ayrılmak istiyordu. Gerekçesi de şuydu:


"Güreşçiyim... Avrupa'da, Amerika'da müsabakalar yaptım. Birinci, ikinci, üçüncü oldum. Altın, gümüş, bronz madalyalarım var. Onları devlet büyüklerinin ellerinden aldım. İlkokul mezunuyum ama... Dünya görmüş adamım. "Çok yaşayan mı, çok gezen mi bilir", derler. Bilgim, görgüm, kültürüm arttı. Millî güreşçiyim. Nereye gitsem tanınıyorum. Sosyal seviyem oldukça yükseldi. Karım bana ayak uydura-mıyor. Dans bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Erkek eli sıkmıyor. Yemek yerken çatal-bıçak kullanmıyor. Parfüm sürmüyor. Manikür, pedikür yaptırmıyor. Görkemli düğünlere gelmiyor. Dansa kalkmak şöyle dursun, kabul dahi etmiyor. Hacıbekir sabunuyla yıkanıyor. Pis pis sabun kokuyor. Kısacası, benim sosyal çevreme ayak uyduramıyor. Ben çağdaş ve uygarım. O. gördüğünüz gibi çağdışı... Mürteci, gerici ve yobaz... Üstelik psikolojik dengesi de bozuk. Sabah akşam dudakları kıpır kıpır ediyor. Sanki cinlerle, perilerle konuşuyor. İşte bütün bu nedenlerle kendisinden ayrılmak istiyorum. Bizi boşayın, sayın yargıcım!.." diyordu.

Hâkim:
"Çocuklarınız var mı?" diye soruyor. Adam:
"Yok" diyor.
Kaç yıldır evlisiniz?
Beş yıldır...
Hiç çocuğunuz olmadı mı?
Olmadı...
Neden?
Kendisi istiyordu. Ben engel oluyordum. Çocuklarımız olaydı, onları da kendisi gibi yetiştirirdi. Onun için istemedim. Bu karıyla olmaz. Lütfen bizi boşayın sayın yargıcım... diye ısrar ediyordu.


Hâkim kadına dönüyor:
Sen ne diyorsun kızım? Kocandan boşanmak istiyor musun?., diye soruyor.Ben boşanmak istemiyorum hâkim bey... Amma kaderde varsa ne diyebilirim? Kocamın anlattıkları doğrudur. Ben ona ayak uyduramıyorum. Bana: "Başını aç! Her gün kuaföre git, güzel kokular sürün..." diyor. Yapamıyorum...


Hâkim: "Niçin yapmıyorsun? Kocanı sevmiyor musun?" diyor.
Kadıncağız duyulur, duyulmaz bir sesle cevap veriyor:
- Kocamı çok seviyorum amma... Allah'ı ondan daha çok seviyorum. Allah örtünmemi istiyor. Kocam "açıl" diyor. Allah'ın emrini çiğnememe imkan yok. Takdir Allah'ın, karar sizindir.Ben kimsesiz, eksik etek bir kadınım. Başka ne diyebilirim?., diyor ve ağlayarak oturuyor.


Hâkim bir celsede bu çiftin boşanmasına karar vermişti.

Aradan yıllar geçti. Ben bu olayı çoktan unutmuştum. Mahkûmiyetimin son seneleriydi. Mahkûmlar dışarda çalışırlardı. O zamanki kanunlar buna müsaitti. Ben arkadaşlarımın üzerinde ekip başıydım. Bana: "Sen de çalış" diyen olmazdı. Çok serbesttim. İzmit'te rahat rahat dolaşırdım. Günü birliğine İstanbul'a gidip geldiğim bile olurdu. Kıskanmak şöyle dursun... Arkadaşlarım benimle iftihar ederlerdi. Çünkü gerektiğinde ölümü bile göze alarak onların haklarını savunurdum

Dışarıya çıktığımız bir gün, İzmitli arkadaşlar: "Gölcük'te düğün var" dediler. Beni de götürmek istiyorlardı. (Tabii ki onlar mahkûm değillerdi.) Hep birlikte gittik. Düğün Gölcük Ordu evi'nde yapılıyordu. Davul-zurna yoktu. Caz çalmıyordu. Sahnede ince sesli bir bayan, babaları tutmuş gibi barbar bağırıyordu. "Türkiye'nin en ünlü sopranosuymuş." Masalarda rakı bile yoktu. Şampanyalar, viskiler gırla gidiyordu. Karamürsel Üssü'nden Amerikalı zenci askerler de gelmişlerdi. Çoğu astsubaydı. Biri tepine tepine davul çalıyordu. Boru, trompet, saksafon seslerinden beynimiz patlıyordu. Sanki düğün değil de, ölçü tanınmayan bir Faşingdi. Sarılanlar... Dans edenler... Öpüşenler... İçenler, kusanlar, bağıranlar... Bir bok çukuruna düşmüş gibiydik. Duramadık, çıktık.Bir arkadaş damadı kolundan tutarak getirdi. Benimle tanıştırmak istiyordu. Beyaz papyonu çarpılmış, siyah kostümü kusmuk İçinde kalmıştı. Ayakta duracak hali yoktu. Ağzından salyalar acıyordu. Arkadaş: "Ulan bu halinle nasıl gerdeğe gireceksin?" diyordu. "Aldırma... Bu kadar yabancı dostları var. Ülkelerinden çok uzaktalar. İnsanlık öldü mü? Elbet yardımına koşarlar..." dedim. Hep birlikte gülüştük. O da yılışarak bana elini uzattı. Sıkmadım... Kusmamak için kendimizi güç tutarak, oradan uzaklaştık.


Aradan bir-iki sene daha geçti. Hapishaneye bir haber yayıldı. "Ünlü bir güreşçi tevkif edilmiş. Hapishaneye getiriyorlarmış..." dediler. Arkadaşlar idareden duymuşlar. Doğrusu sevindik. Ben arkadaşları boksa çalıştırırdım. Hiç olmazsa o da güreşe çalıştırır diye düşünüyordum.

Akşama doğru pehlivanı getirdiler.

Aaaa!.. Bir de baktım ki o düğünde gördüğüm pehlivan değil mi?İçeriye ilk düşeni sorgulamak hapishanelerde adettir. Pehlivanı karşıma aldım. Sorgulamaya başladım.


- Hiç suçum yok... Amerikalılar beni hem dövdüler, hem de İçeriye attırdılar... diyordu

Bu palavralara karnımız toktu. Her gelen suçsuz olduğunu söylerdi. Onlar ne söylerse söylesinler. Biz gerçeği anlardık. O anda cezasını da biçerdik. Sanıkların hoşuna gitmezdi ama... Yavaş yavaş alışırlardı. Aylarca, bazen de yıllarca duruşmalara gidip gelirlerdi. Sonunda da bizim kendilerine biçtiğimiz cezayı alırlardı. 10 senelik hapishane hayatımda bunun istisnasını görmedim.Savunması pek aklımıza yatmamıştı. O zamanlar devleti bile hiçe sayan Amerikalılar, kalkıp da bununla mı uğraşacaklardı? Bu işte bir bit yeniği vardı.


- Anlattıkların pek akla yatkın değil. Seni hem dövecekler hem de içeriye attıracaklar. Bu nasıl olur? dedik.

Anlatmaya başladı:

- Cahil bir karım vardı. Pek itaatkârdı. Gericiydi, yobazdı ama beni çok severdi. Sosyal çevreme ayak uyduramadığı için onu boşamıştım. Kültürlü bir sosyete kızıyla evlendim. Kız dedimse, anasının kızıydı. Anlarsınız ya... Daha ilk gecede, bir parmaklık zarı sorun yapmak istemedim.Arkadaşlar bir "Bravooo!.." çektiler. İşte geyik dediğin böyle olacak!., diyorlardı. Herif daha ilk anda "pezzo" damgasını yemişti.


- Sen devam et!., dedim.Etti:

- Aslında ben o zaman öylelerinden hoşlanırdım. Dünyayı gezmiş adamım. Batı ülkelerinde tecrübesiz kızlara değer vermezler. Bunu biliyordum amma... Yine de daha önce kaç kişiyle düşüp kalktığını sormadan edemedim. Amacım onu aşağılamak değildi. Biraz heyecan duymak istiyordum. Ancak karım çok öfkelendi. "Böyle tutucu olduğunu bilseydim, seninle evlenmezdim. Kan görmeye meraklıysan, işte yılbaşı geliyor. Kes babanın hindisini, istediğin kadar kan akıt..." diyordu.

Bununla da kalmadı. Yan gelmiş yatıyordu. "Kes babanın hindisini" derken de bana bir tekme vurdu. Boş bulundum. Karyoladan aşağıya yuvarlandım. Kahkahalarla gülüyordu. "Sen yanlış kapı çalmışsın yavrum!.. Bu ne geri kafalılık? Çağdaşlıkta deneyim erdemdir. Haydi çok konuşma da... Yak şu sigaramı!.." diyordu. Utanmıştım. İçimden: "Demek ki ilerilik, çağdaşlık, uygarlık buymuş" diye düşündüm. Centilmence sigarasını yaktım. Ve kızlık sorununu da sonsuza dek kapattım.

O günden sonra herşey değişti. Karımla iki arkadaş gibiydik. Canımız istedikçe bir araya geliyor, kalan zamanlarda her birimiz kendi hayatımızı yaşıyorduk. İkimiz de halimizden memnunduk. Daha 7 ay dolmadan bir kız çocuğumuz oldu. Gördüğünüz gibi ben esmerim. Karım da esmer... Halbuki kızımız sapsarı saçlı, cıngıl cıngıl mavi gözlüydü. Gayri ihtiyari:

- Bu benden mi? dedim.
- Yok babandan... dedi.
- Babamdan mı? Babam ne zaman buraya geldi?
- Haydi haydi, bırak gevezeliği de... Çok istiyorsan kan tahlili yaptır... dedi.


Yaptırdım... Kanımız tutmadı. Neyse... "Eski imalattır" diye sineye çektik. Ama postamı da koydum. "Bu son olsun... Bir daha bana benzemeyen çocuk doğurursan karışmam!" dedim. Haksız mıyım? Erkeklik öldü mü yani?.. Arkadaşlar: "Tabii tabii... Senin gibiler varken bu dünyada erkeklik ölmez!" diyorlardı. Tabii gırgır geçiyorlardı. Böyleleri olmasa o dört duvar arasında gün nasıl geçerdi?

Pehlivan anlatmaya devam ediyordu: Aradan bir buçuk yıl geçmeden karım bir de erkek çocuk doğurdu. Bana benzemesini çok istiyordum. Esmerdi amma, biraz fazlaca esmerdi. Düpedüz bir zenci yavrusuydu. Kıvır kıvır saçları, kalın kalın dudakları vardı. Karım son derece sevinçliydi.
- Bak kocacığım! Bu da benden değil, diyemezsin ya... Tıpkı sana benziyor. Hık demiş burnundan düşmüş... diyordu.

- Ulan bunun neresi bana benziyor? Ben zenci miyim?
- Sus beee!.. Benzemiyorsa, benzemiyor. Beğenmiyorsan iade edersin... diye, düpedüz benimle dalga geçiyordu. O sırada içeriye birkaç zenci çavuş girdi. Çiçek, çikolata filan getirmişlerdi. Karımı yanaklarından şapur-şupur öpüyorlardı. Hemşire bebeğin örtüsünü açtı. Onu görünce, hepsi birden sevinç çığlıkları attılar. Kendi dillerinde bir şeyler söylüyorlardı. Bir zenci astsubayı da teker teker tebrik edip kucaklıyorlardı. Sanki bebeğin babası ben değildim de O idi. Beni hesaba alan yoktu. Herifin adı Roberson'muş. Karım: "Çocuğumuza bu ismi verelim" diyordu. Dini-mini bir yana bırakın... Ulan biz o kadar keriz miydik? Belli ki şu piç, o zencinin oğluydu. Karım onlara İngilizce bir şeyler söyledi. Hepsi bana bakarak güldüler. Artık damarlarımdaki kan harekete geçmişti. Kendimi daha fazla tutamadım. Karımın suratına bir tokat patlattım. Roberson dev gibi bir herifti. Çeneme bir yumruk attı. Kendimi yerde buldum. Çarçabuk toparlandım. Bacaklarına, kara-kucak daldım. Tam yere vuracaktım ki... Öbür Amerikalılar yardımına geldiler. Hepsi birden üzerime çullandılar. Beni bayıltıncaya kadar dövdüler. Gözümü hastahanede açtım. Polisler geldi. Beni savcılığa götürdüler. Karım beni şikâyet etmişti.

Savcı bana: "Sen parayla karını satıyormuşsun. Amerikalı'dan bir çocuk doğurunca da kendisini dövmüşsün... Öyle mi?" dedi. "Karımın bir zenci çocuk dünyaya getirdiği doğrudur amma... Ben onu kimseye satmadım. Karım sık sık: "Atatürkçüyüm... Devrimciyim..." derdi. Devrimcilik önüne gelenin altına devrilmek mi? Atatürkçülük bu mu?" dedim. Savcı tevkifimi istedi. Yargıç da beni buraya yolladı.Birden, o çok eski boşanma olayını hatırladım.


- O çarşaflı kadını boşayan pehlivan sen miydin?., dedim.

Tâ kendisiymiş... İlahî adalet işte... Tam layığını bulmuştu. Bizim madalyalı ünlü pehlivan, şimdi boynuzları dallı-budaklı bir geyik olmuştu. Pehlivanı tutuk koğuşuna koymuşlardı. Ben ayrı bir yerdeydim. Vaktiyle doktor odası olarak kullanılan, özel bir koğuşta tek başıma kalıyordum.Mahkûmlara gırgır lazımdı. Bizim pehlivan hapishanede aranan adam olmuştu. Turistlere dönmüştü. Her gün bir koğuşa çağırtıyorlardı. Karısıyla neler yaptığını anlattırıyorlarmış. En iğrenç sahneleri bütün açıklığıyla ortaya döküyormuş. Her gün aynı şeyleri dinleye dinleye artık bıkmışlar. "Çevir ulan artık plağı" demişler. Pehlivan yeni şeyler anlatmaya başlamış.


Kendisinin de homo bir Amerikan albayıyla ilişkisi varmış. Çift taraflı çalışıyorlarmış. Karısı da zencilerle yatıyormuş. Öyle bir zaman gelmiş ki, bütün olanları albayla birlikte gizli gizli sey-rediyorlarmış. İnançlı mahkûmlar: "Ne Amerikalı zenciler bitiyor, ne de azgın karısı doyuyor. Bu namussuz durmadan anlatıyor. Artık kafamızı bozuyor. Böylesi hikâyeleri dinlemekten hoşlanan arkadaşlarımızla bozuşmak istemiyoruz. Yoksa bir gecede, bu alçağı parça parça ederiz..." diyorlardı.

Bunları duyunca, pehlivanı koğuşuma çağırttım. Yılışarak geldi. Benim de pis hikâyelerini dinleyeceğimi sanıyordu. Yaradana sığınarak çenesine ve burnunun üstüne ardarda iki yumruk patlattım. Suratı çarşamba çarşısına döndü. Ağzı-burnu kan-revan içinde kalmıştı. Karısı her görüşme günü ziyaretine gelirmiş. Onun geldiği gün hapishanede ne kadar azgın mahkûm varsa... Görüşme yerine doluşurlarmış. İdare izdihamı önlemekte zorlanırmış. Bunu bir gardiyan bana anlatmıştı. İnanmamıştım. Üstelik de adama: "Dikkat et... Arkadaşlarımızın namusu, bizim namusumuzdur. Bir daha böyle şeyler duyarsam, bozuşuruz" demiştim. (O zaman henüz pehlivanın içerde ne haltlar yediğini duymamıştım.)

Karısına benim pehlivanı dövdüğümü söylemişler. (Zaten kendisi de kocasını yara-bere içinde görmüş.) Dışardan bir şikayet dilekçesi vermiş. İnfaz savcısı hapishaneye geldi. Benim haksız iş yapmayacağımı o herkesten iyi bilirdi. Ancak karının arkasında Amerikalılar vardı. O zamanlar ülkemizde işgal ordusu gibi geziyorlardı. Bir dedikleri, iki olmazdı. Savcı bey zevahiri kurtarmak için, mahkûm arkadaşlarımın yanında pehlivanı niçin dövdüğümü sordu. Ben daha ağzımı açmadan, Sapancalı Ahmet söze karıştı:

- Savcı bey, dedi. Pehlivan denilen o pezevenkle, şu anda arkanızda duran gardiyan Kör Memet, ortak çalışıyorlar. Biz aramızda para toplayıp Kör Memet'e veriyoruz. O, herifi alıp getiriyor. Bizi başlarına topluyorlar. Karılarıyla neler yaptıklarını anlatıyorlar. Bu konuda âdeta birbirleriyle yarışıyorlar. En mahrem şeylerini bütün çıplaklığıyla ortaya döküyorlar. Biz dinlemekten utanıyoruz. Onlar anlatmaktan utanmıyorlar. Onları dinleye dinleye dizlerimizde derman kalmadı. Hepimiz bunlardan şikâyetçiyiz!., dedi.

Mahkûmlar hep bir ağızdan bağırdılar:
- Evet şikâyetçiyiz!..

Çok geçmeden Kör Memet'in görevine son verildi.Boynuzlu Pehlivan da bir ilçe cezaevine gönderildi.Mahkemesi bitinceye kadar orada kalacaktı. Şayet ceza alırsa, kimbilir nereye süreceklerdi. Bu mesele böylece kapandı. Sonra n'oldu bilmiyorum.


Kabuğunu beğenmeyen tosbağadan, dallı-budaklı boynuzları olan bir geyik çıkmıştı. Aslında temiz bir Anadolu çocuğu olan dangalak pehlivandan da çağdaş bir pezevenk oluşmuştu.

İnsan önce fikren bozulur.
Daha sonra da ne olacaksa, olur.
Doğuştan kötü insan yoktu. Toplumlar insanı bozardı.
Bu konudaki en etkili silâh da "eğitim"dir.
Bizimkiler "çağdaş eğitim"den, "cinsel eğitim"e geçtiler.
Anlayacağınız, cinsel organlarıyla çağ atladılar...
Bu konu bu kadar...
Ötesi mayın tarlası...


Hüseyni Makamında Nükteler, Hüseyin Üzmez, Sayfa:21-28, TİMAŞ Yayınları,2001

Ben Demokrasiye İnanmıyorum

Ben Demokrasiye İnanmıyorum


"Demokrasi Düşmanıyım" diye iki yazı yazmıştım. Kemalist dostlar yazıhaneme geldiler. Sanki kendileri çok demokratmışlar gibi... Karşımda demokrasiyi savunuyorlardı. "Bizi bölücüler sevmez., Irkçılar sevmez. Komünistler sevmez. Faşistler sevmez. Şeriatçılar sevmez. Ama bakıyoruz, sizi her kesimden isanlar seviyor. Biz de seviyoruz. Komünistler, faşistler, farklı etnik kökenden gelenler, inanan, inanmayan herkes seviyor..." diyorlardı.

Baktım lâfı uzatacaklar, sözlerini kestim.
- Hapishanelerde beni tanıyan ne kadar, hırsız, katil, yankesici dolandırıcı, davulcu, zurnacı, dümbelekçi, esrarcı varsa, onlar da beni seviyorlar. Siz bununla ne demek istiyorsunuz? dedim.
- Kardeşim bu, büyük bir onurdur. Herkes tarafından sevilmek ne kadar güzel! Sen nasıl demokrat olmazsın? diyorlardı.
- Bunda samimi misiniz? dedim.
- Elbette ki samimiyiz... dediler.

- Demek ki benim inancımın demokrasiye ihtiyacı yokmuş.demokrasi yokken biz yine vardık. 3 kıt'aya, 7 denize hâkimdik.Viyana Kâpıları'nda at oynatır, Cihâna Ferman okuturduk. Bugündemokrasi var. Batı'nın uşağı ve kölesi durumuna düştük. BenHindistan'a gitsem, ineğin önünde önümü düğmelerim. Gerçi bu bana pek de zor gelmez. Çünkü nice öküzlerin önünde önümüzü düğmelemeye zaten alışmışız. Saygım elbette ki ineğe değildir. Onu kutsal bilen Hintli'yedir: Halbuki siz, sizden olmayanlara hayat hakkı bile tanımıyorsunuz. Aş isteyen, iş isteyen, ekmek isteyen, özgürlük ve adalet isteyen zavallı insanların karşısına marşlarla çıkıyorsunuz.

"Göğsümüz Cumhuriyet'in tunç siperi/Kanla irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti" diye yeri, göğü birbirine katıyorsunuz. Sanki Cumhuriyeti kabullenmeyenler varmış gibi... Cumhuriyet "Halk İdaresi" demektir. Halkın 4-5 yılda bir sandık başına gitmekten başka, yaptığı bir iş var mı? Yönetime karışıyor mu? Sizinki "Cumhursuz Cumhuriyet..." Yani halksız, halk idaresi... Böyle olur mu? Atatürk boşuna mı "Halkçıyız" demişti? Halbuki siz kopuksunuz. Yani halktan kopuk canım...

Hüseyni Makamında Nükteler, Hüseyin Üzmez, Sayfa:39, TİMAŞ Yayınları,2001

Namazını Kılmadan Mindere Çıkmazdı; KOCA YUSUF

Koca Yusuf


Fransız bandıralı La Bourgogne Transatlantiği'nin güvertesinden enginleri seyreden Koca Yusuf, geminin kuş gibi uçarak, bir an önce kendisini vatanına kavuşturmasını istiyordu. Aylardır, Avrupa'yı ve Amerika'yı dolaşmış, dünyanın namlı pehlivanlarıyla güreş tutmuş, hepsinin de sırtını yere getirmişti. Artık bütün dünya kendisinden, "dünya şampiyonu" diye bahsetmekteydi. Yusuf, vatanından ayrılırken, "keferelerin sırtını yere vuracağım" demiş ve dediğini yapmıştı. Gurbet elde daha fazla kalmaya tahammül edemiyordu. Vatanı, ailesi gözünde tütmeye başlayınca, her şeyi bir tarafa bırakarak yola çıkmağa karar vermişti.

5 Haziran 1898 gününe kadar yolculuk gayet sakin geçti. Koca Yusuf o gün yüreğinin sıkıldığını hissediyordu. Ferahlamak için abdest aldı. Nafile namazı kıldı. Daha sonra güverteye çıktı. İşte tam o sırada müthiş bir gümbürtü duydu. Bindiği gemi, İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışmıştı.


Okyanus'un ortasında bir fındık kabuğunu andıran gemi gittikçe sulara gömülmektedir. Yolcular büyük bir telaşla sağa sola koşuşmakta, filikalara binmek için birbirlerini ezmektedirler.Koca Yusuf, gemiden ayrılmadan önce, ne olur ne olmaz diye iki rekat namaz kıldı. Daha sonra filikaya binmek üzere denize atladı. En yakın bir filikaya doğru gitti ve kenarından tutundu. Tayfalarla yolcular, Koca Yusuf un binmesiyle kayığın batacağından çekinerek bu koca pehlivanın binmesine engel olmaya çalıştılar. İlk önce kürekle ellerine vurdular. Koca Yusuf un parmaklarını kayığın kenarından sökememiş-lerdi. Cihan pehlivanının parmakları mengene gibi kayığın kenarlarını sımsıkı kavramıştı.

Tayfalar, ellerindeki baltayı insafsızcasına Koca Yusuf un bileklerine vurmağa başladılar ve bu şanlı pehlivanın bileklerini kopardılar. Koca Yusuf, son ânının geldiğini anlayınca kelime-i şehâdet getirdi. Kayıktakiler dünya şampiyonunun bu son sözlerini duymuşlardı. Uzaklaşan filikalar, deniz üzerinde sadece bir vücudun sırt üstü değil de yüzü koyun durduğunu gördüler. Bu, Koca Yusuf un vücuduydu. Son ânında bile, "göbeği yıldız görmemişti"...

Koca Yusuf güreşi "cihad" olarak kabul etmekteydi. Avrupa ve Amerika'ya gitmesinin yegâne gayesi, gayr-ı müslimlerle güreş tutup, onlara galebe gelmekti. Böylece müslüman pehlivanların üstünlüğünü isbatlamış olacaktı. Bu şuurla güreşlere çıkmış, bütün rakiplerinin sırtını mindere yapıştırmıştı. Gözünde para pul yoktu. Bu bakımdan kendisine yapılan, inancına aykırı bütün teklifleri reddetmişti.

Koca Yusuf, son derece dindardı. İbâdetlerini aksat-mazdı. Güreş karşılaşmalarını namaz vakitlerine denk getirmez. Namazını kılmadan mindere çıkmazdı.

Cenab-ı Hak, bu inançtaki, bu şuurdaki kulunu huzuruna alırken de bir İkram-ı İlâhî olarak onun nâmını muhafaza etmişti. Ömrü boyunca sırtı yere gelmemiş olan Koca Yusuf un son ânında da "göbeği yıldız" görmemiş ve deniz üzerinde yüzü koyun vaziyette kalakalmış, bir müddet sonra da yine o vaziyette, olduğu gibi okyanus'un derinliklerine, bu geniş makberine gömülmüştü.

Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Sayfa:286, TÜRDAV, İstanbul 1993

Kadıya El Kaldıran Paşa Olsa da

Kadıya El Kaldıran Paşa Olsa da


Fâtih Sultan Mehmed, adaletin mülkün temeli olduğunu bilir, adalete ve adaleti dağıtan kadılara çok değer verirdi. Rumeli Beylerbeyi olan Dâvûd Paşa, yaptığı bir işten dolayı Edirne kadısına şikâyet edilir. Kadı (Osmanlı da kadı bugünkü valinin ve belediyenin işlerini de görmekteydi) da, Dâvûd Paşa'ya adam göndererek yapmakta olduğu o işten vazgeçmesi hükmünü bildirir.

Dâvûd Paşa bu hükme hiç aldırış etmez. Bu sefer, kadı, bizzat kendisi Dâvûd Paşa'ya gider. O işten vazgeçmesini bir kez daha ihtar eder. Aralarında tartışma çıkınca, Dâvûd Paşa kadıya birkaç kez vurur.

Durum Fâtih Sultan Mehmed'e arz edilince, derhâl şu emri verir. "Dinimizin hadimi(hizmetkarı) olan kadıyı döven, dîni tahkir etmiş (önemsememiş) olur. O hâlde, onun katli lâzımdır." Ardından emrin acele yerine getirilmesini ister. Paşalar, beyler kim varsa Dâvûd Paşa'ya yardımcı olmak ve onu kurtarmak isterler. Fâtih'e, böyle bir komutanın öldürülmesini uygun görmediklerini bildirirler. Ancak, Fâtih'i emrinden döndüremezler. Sonunda, paşalar gidip Kazasker Vildan Efendi'yi bulurlar. Durumu îzâh edip fetva isterler.

Kazasker Vildan Efendi; "Eğer ki, Kadı Efendi kadılık makamında dövülse idi katli lâzım olurdu. Amma, Kadı Efendi yerinden kalkıp, Davûd Paşa'nın mekânına gitmiş olduğu için katli lâzım değildir" diye fetva verir.

Ayasofya Camii'nin Vakfiyesi

Ayasofya Camii'nin Vakfiyesi


"Bundan sonra sânı kerîm olan vâkıf (Allah (c.c.) hilâfetini hasr u mîzân gününe kadar ebedî kılsın) şart buyurdular ki, Ayasofya Camii için, güzel ses ve meşhur makamlarda devrinin nâdir kişilerinden zekî bir hatîp ta'yin olunsun. Tâ ki, cuma günlerinde cuma namazından önce hatiplik ve hutbeden sonra imam olarak cuma namazını kıldırsın ve bayram namazlarını serî ölçülere göre şartlarını yerine getirerek kıldırsın.

Vakf-ı şerîften her gün on beş akçe bu vazife için ödensin. Ve cemâatin razı olduğu, ehl-i sünnete tâbi' olan, imamet şartlarını kendinde toplamış olmakla bilinen, insanlar arasında sâlih, dindar, muttaki ve emin bir imam ta'yin olunsun. Tâ ki beş vakitte bütün müslümanlara imamlık yapsın ve teravih namazı, Kadir ve Berât gecesi namazları ve bunların benzeri cemaatle kılınan namazları kıldırsın.

Vakf-ı şerîften her gün on beş akçe bu vazife için ödensin. İmam, hâfız-ı Kur'ân ve Kur'ân'ı tecvidle iyi okuyanların başında gelirse, Reîsü'l-Huffaz olarak, bu başkanlığı yapması karşılığı günlük altı akçe bu vazife için ödensin, imamın dışında dokuz hafız daha, cuma günlerinde, cuma namazından önce mahfil-i şerifte bir nur halkası oluşturup, hepsi ezberden bir cüz Kur'ân tilâveti ile bu camii, beyt-i mamur hâline getirsin. Bunlara her biri vakf-ı şerîften her gün beş akçeden tamamı kırk beş akçe, bu vazife için ödensin." (Ayasofya Vakfiyesi)

Padişah Her İstediğini Yapabilir miydi?

Padişah Her İstediğini Yapabilir miydi?


Bir defasında Yavuz Sultan Selim Han, Enderûn-u Hümâyûn ağalarından 30-40 kişinin, işledikleri bir suç üzerine derhâl öldürülmelerini emretmişti. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi durumu öğrenince, acele ile pâdişâhın yanına vararak;

"Şöyle bir haber işittim" dedi. Yavuz da:
"Doğrudur, ancak senin saltanat işlerine karışmaya ne hakkın vardır ki bunu bana sorarsın?" diye sert bir cevap verdi. Zenbilli Ali Efendi;

"Biz âhiret işlerini tanzim etmekle vazîfeli olduğumuzdan, sana şer'î hükümleri bildirmeye geldim" diye cevap verdi. Pâdişâhın;

"Umûmî ahvâlin (Sosyal düzenin) düzelmesi İçin bir fırkanın öldürülmesine cevaz verilmez mi?" sözüne karşılık, Zenbilli:

"Âlemin düzelmesi bunların öldürülmelerine bağlı değildir. Suçlarına göre cezalandırılmak yeter" karşılığını verdi. Bunun üzerine Pâdişâh:

"Peki öldürülmelerinden vazgeçtim; fakat kapımdan çekip gitsinler" demişti. Zenbilli de:
"Bu mümkündür; ancak bunlar sizin husûsî hizmetlilerlnizdendirler. Bu itibârla kendilerine, geçimlerini sağlayacak bir şey verilmeden çıkarılırlarsa süfli işlerde çalışmak zorunda kalırlar. Bu ise sizin saltanat ve sânınıza yakışmaz. Eğer hizmetten atar da beytü'lmâlden (devlet hazinesinden) karşılıksız bir şey verirseniz bu sefer de hazîneye zarar vermeniz doğru olmaz. En iyisi suçlarına göre ta'zîr ile başka hizmetlerde alıkoyun" deyince Yavuz Sultan Selim Han "şeriatın dediği olur" dedi.

Zenbilli Ali Efendi teşekkür ederek pâdişâhın huzurundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selim Han da onu methederek uğurladı.

Yavuz Sultan Selim Han, Zenbilli Ali Efendi'yi takdir etti. Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini de onun uhdesine verdiğini bildirdi.

Zenbilli Ali Efendi bu teklifi önce nezâketen kabul etti. Sonra da şöyle bir cevap yazıp gönderdi:-"Velâkin Hazret-i Hak ile ahdim vardır ki: Söz veya kalemimden (Hükmettim!..) kelimesi çıkmaya... Ol ahdimizi korumak yüzünden, vuku bulan kusurumuzu af buyurmak, bu duacınızın sonsuz recâlarıdır..."

Daima Hayırla Yadedilecek Bir Kahraman; Sadrazam Sinan Paşa

Daima Hayırla Yadedilecek Bir Kahraman; Sadrazam Sinan Paşa


"Koca Yavuz, gözyaşlarını saklamaya lüzum görmeden ağlıyordu..."

Ridaniye Meydan Muharebesinin en kızgın ânıydı. Sultan Tumanbay'ın kumanda ettiği Memlûk ağır süvarisi, bir an önce neticeye gitmek için Yavuz Sultan Selim Han'ın kumanda ettiği Osmanlı ordusunun merkezine yüklenmişti. Ancak. Yavuz hazırlıklı idi. Aniden topların önüne dizdiği askerlerin iki yana açılmasını emretti. O anda harp sahrasını inim inim inleten müthiş bir gümbürtü yükseldi. Planını bizzat Yavuz'un çizdiği ve dünyada ilk defa Osmanlılar tarafından bu savaşta kullanılan yivli toplar vazifelerini hakkıyle yapıyorlardı. Memlûklüler perişan bir vaziyette geri çekilmeğe başladılar.

Tumanbay'm çekildiğini gören, Memlûklü ordusu kumandanlarından Cânbirdi Gazâlî hezimeti önlemek için Osmanlı.sağ kanadına doğru hücuma kalktı. O tarafta Vezir-i Âzam Sinan Paşa kumandasında Anadolu tımarlı sipahileri vardı. Bu âni Memlûklü hücumu karşısında, şaşıran tımarlı sipahiler, kendilerini toparlamağa bir türlü fırsat bulamamışlardı. Mukavemet edemeyince çekilmeğe başladılar. Bu nâzik anda, Sinan Paşa'nın gür sesi duyuldu:

"Koman yiğitlerim, vurun arslanlarım" diyen' Sinan Paşa, yalınkılıç ileri atılmış, en ön safa geçmiş, kahramanca çarpışmağa başlamıştı. Şanlı kumandanlarının ön saflarda vuruştuğunu gören askerler geriye dönüp, yıldırım gibi Memlûklü askerlerinin üzerine atıldılar.

Sinan Paşa, genç bir yeniçeri gibi döne döne savaşıyor, zaman zaman getirdiği tekbirlerle, attığı naralarla askerleri coşturuyordu. Bu arada birkaç yerinden ağır bir şekilde yaralanmıştı. Fakat yaralarına aldırış etmeden çarpışmağa devam ediyordu. Yavuz, Sinan Paşanın yaralandığını görmüştü, haber göndererek, Sinan Paşa'nın geri çekilmesini emretti. Haberci Padişahın emrini Sinan Paşa'ya aktarınca. Paşa şöyle dedi:

"Bizim Cenâb-ı Zülcelâle ve Devlet-i ali-i Osmaniyeye bir can borcumuz var. Bu can tenden çıkıncaya ve elimiz kılıç tutmaz hale gelinceye kadar burada sebat etmek ve şehit olmak en büyük arzumuzdur. Ben gerilere çekilmek değil, daima ileriye atılmayı yeğ bulurum."

Sinan Paşa bu sözleri söyledikten sonra, 'Ya Allah!" diyerek yeniden en ön saflara doğru atıldı. Söylediği gibi, eli kılıç tutmaz hale gelinceye kadar vuruştu. Aldığı pek çok yaranın tesiriyle harb meydanında şehidlerin arasında uzandı ve oracıkta ruhunu Rahmân'a teslim etti. İ'la-yı kelimetullah(Allah’ın adının ve din-i İslam’ın yüceltilmesi) için, tefrikayı(ayrılığı) kökünden halletmek ve İttihat-ı İslâm'ı (İslam Birliğini) tesis etmek için yola çıkan Padişahla ve ordusuyla aynı ideali paylaşan Sinan Paşa, bu ideal uğruna seve seve canını feda etmişti.

Mısır'ın Osmanlı topraklarına katılmasını netice veren Ridaniye Zaferinde (22 Ocak 1517) Sinan Paşa'nın payı büyüktür.

Yavuz, zaferin ertesi günü harp meydanını dolaşırken, Sinan Paşa'nın şehidler arasında uzanmış yatan cesedini gördü. Bu değerli vezirini kaybettiği için çok üzülmüştü. O gün bütün şehitlerle birlikte Sinan Paşa'nın da cenaze merasimi yapıldı. Cenaze namazları oracıkta kılındı. Yavuz, bu merasim esnasında teessürünü gizlemedi. Koca Yavuz, gözyaşlarını saklamaya lüzum görmeden ağlıyordu...

Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, İstanbul, 1993, Sayfa:241-242

Osmanlı'ya Tahammül Edemeyen Rus Çarı İntihar Etti

Osmanlı'ya Tahammül Edemeyen Rus Çarı İntihar Etti


Osmanlı Devleti Zafer Üstüne Zafer Kazanınca Rus Çarı I. NİCOLAS İntihar Etti!


Rus Çarı I. Nicolas, Osmanlı'nın zafer üstüne zafer kazandığını duydukça kahroluyordu

İslâm'ın bu amansız düşmanı, Osmanlı devletinin hasta yatağına düştüğünü söylemiş ve "hasta adamın" mirasından pay almak için alelacele savaş açmıştı. Fakat hesapları tutmamıştı. Hasta dediği Osmanlı Devleti dimdik karşısındaydı ve Rus ordularına darbe üstüne darbe indiriyordu.

Osmanlı ordusu ilk önce 5 Kasım 1853'te Rus ordusunu bozguna uğratmıştı. Bu savaşta 1200 Rus askeri ölmüştü.

5 Ocak 1854'te Rus orduları Çatana'da büyük bir bozguna uğramıştı.

17 Nisan 1854'te Vidin'in karşısında ve Tuna üzerinde bulunan Kalafat'taki çarpışmalar da yine Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenmişti.

8 Temmuz 1854'te Yerköyü muharebesinde Rus ordusu müthiş bir bozguna uğramıştı. Bu savaşta da altı bin Rus askeri ile iki generali ölmüştü.

20 Eylül 1854'te Alma muharebesinde Rus ordusu 6-7 bin ölü ile yüzlerce yaralı ve 600 esir vererek büyük bir bozguna uğramıştı.

5 Kasım 1854 İnkerman savaşında da Rus ordusu bozguna uğramıştı. Bu savaşta Rus ordusunun kaybı, 10 bin asker, 850 esirdi.

Son olarak ta Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa'nın Gözleve'de Rus ordularını dört saatlik bir süngü harbi neticesinde perişan etmesi Çarı yıkmıştı.

Çar Nicolas (Nikola)'ın sinirleri bozulmuş, âdeta çılgına dönmüştü. Devamlı sayıklıyor, çırpmıyordu. Ne yaptığını bilemez hale gelmişti.

Çarın sık sık başını yumrukladığım gören doktorlar ona hiçbir şeye üzülmemesini, istirahat etmesini söylemişlerdi. Fakat Nikola ne uyuyabiliyor, ne de oturabiliyordu. Durmadan sarayda dolaşıyordu.

Nikola bir gün gece yansı, doktorunu çağırttı. Doktor Çarın kendisini istettiğini duyunca müthiş korkmuştu. Çünkü Çarın ne zaman ne yapacağı belli olmazdı. Keyfi için pek çok insanı ölüme göndermişti.

Korka korka Çarın yanma giden doktor, Nikola'yı odanın içerisinde dört dönerken buldu. "Dayanamayacağım! dayanamayacağım!" diye bağırıyordu. Gözü doktora ilişince üzerine seğitti ve yakasından tutarak, "bana öyle bir zehir vereceksin ki, içeni anında öldürecek!" dedi. Doktor şaşırmıştı, ilk önce itiraz edecek oldu, fakat Çarın hırsla açılmış gözlerini görünce ürktü. Çar, "Hemen bu gece istiyorum. Derhal getireceksin!" demişti. Başka çare olmadığını gören doktor gidip zehiri getirdi.

Aylardan beri bozgun haberleriyle kahrolan Çar, zehri doktorun elinden kaptı. Artık düşünmek istemiyordu. Yaşamak istemiyordu. Şişedeki zehri başına dikerek hepsini içti.

Doktor sapsapı bir yüzle Çara bakıyordu. Zehri içen Çar'ın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ağzından boğuk boğuk sesler çıkıyordu. Yüzü ve vücudu mosmor olmuş, ağzından köpükler çıkmağa başlamıştı.

Çar Nikola, zehri içer içmez hemen ölmemişti. Zehrin tesiri görüldüğü zamandan itibaren müthiş acılar içerisinde kıvranmağa başlamış ve bütün saraylıların, kumandanların ve doktorların gözü önünde çırpına çırpına can vermişti.

Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, TÜRDAV Yayınları, İstanbul, 1993, Sayfa:269-270

Neden Başarılı Olamıyoruz ?

Neden Başarılı Olamıyoruz ?


Çünkü, plan yapmadan işe atılıyor, gözümüz korkunca da çekiliyoruz! Negatif (menfi-olumsuz) düşünüyor, işi kitabına uyduruyor, mazeretlere sığınmayı seviyoruz.

Biyografi okumayı sever misiniz? Hani çocuklukları kir-pas içinde geçen; ama gençlik yıllarında ne kadar parlak bir insan olduklarına dâir ilk ipuçlarını veren; daha sonra da önemli başarılarıyla gözlerimizi yuvalarından fırlatan devlet adamları, meşhur yazarlar, müthiş hatipler, şâirler ve dehâ çapında ressamlar vardır.

Bütün bunların ortak noktaları, anahtar kelimeleri azim ve gayrettir; gayet tabii ki, neticesi de başarıdır. Başarı, kendileri için bütün fırsatların uçup gittiğini düşünen anne ve babaların, âdeta çocuklarını oturttukları ışıltılı bir tahttır aynı zamanda. Keza başarı, küçücük beyinlere ilk kazınan kelimelerden de biridir...

Peki, insanlar neden başarılı olmak isterler? . Başarı eğer, ferdî(kişisel) gelişim uzmanı Mümin Sekman'ın dediği gibi "İstenilen şeylerin bedelini ödeme merhalesi" ise, bir bedel ödeyeceğimizi bile bile neden koşarız zirvedeki o yere?

Ferdî(kişisel) gelişim üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Mümin Sekman, insanları, devamlı daha fazlasına ve daha iyisine sahip olmaya zorlayan faktörleri beş ana maddede topluyor:

-İhtiyaçlar,
-Korkular,
-Hissi çekişmeler,
-Mecburiyet,
-Bağımlılık...


İhtiyaçlarınızı şöyle bir gözden geçirin... Bakmakla mükellef olduğunuz insanlar var... En temel ihtiyaçlarınızı karşılamak zorundasınız... Ama iş bunlarla da bitmiyor... Aynı zamanda seviyeli bir hayat yaşamak, itibarlı ve prestij kazandıran nesnelere sahip olmak, ilmî ve fikri gelişmelerle alâkalı ihtiyaçlarınızı da karşılamak istiyorsunuz.


Kısacası, . ölünceye kadar hiçbir zaman bitmeyecek bu ihtiyaçlara ulaşabilmek için yaptığınız çalışmaların, sizi başarıya götürme ihtimâli oldukça yüksek.

Bir de korkularınız var tabii... Yaşlanınca kimselere muhtaç olmamak için, bir hastalık ânında tedavi masraflarını karşılamak için çalışmak ve başarılı olmak zorundasınız. Mümin Sekman buna 'sopa teorisi' diyor. Bir kısım işi başarıyorsanız, bu, arkanızdaki sopadan kaçmak içindir.Bu arada, kendisini küçümseyen birisine şahsiyetini isbat etmek, sevdiklerinin takdirini kazanmak için başarılı olanların sayısının da, hiç de azımsanmaması gerektiğini hatırlatıyor Sekman…


... 'Başarı mefhûmu kültürlere göre farklılık gösterebiliyor' diyen Mümin Sekman, "Türk Usulü Başarı" isimli kitabında, örflerimize-âdetlerimize ve umumi(genel) karakterimize göre şekillendirdiğimiz başarı esaslarını da anlatıyor... Ülkemizde herhangi bir alanda ne kadar kabiliyetli olduğunuzdan çok, kimleri tanıdığınızın önemli olmasının Türk usulü başarı esaslarından birisi olduğunu söylüyor. Meselâ diyor, hemşehricilik veya 'âbi' diye hitap etmek, kim olursanız olun, sizi bir yerlere getirebiliyor.

Kitapta ayrıca; insanların kendi istekleri için başarılı olmak yerine, başkalarına kendilerini ispatlamak için didinmeleri... Negatif düşünmeleri, fikir işçiliği yerine beden işçiliğine ehemmiyet vermeleri... Standart ve ölçülebilir başarılar yerine, 'elimden geldiği kadar veya 'en kısa zamanda' gibi ifadelerle açığa çıkan göz kararı başarıları kabullenmeleri de, insanımızın başarı kültürünü açıklayan örnekler arasında zikrediliyor.

Ülkemizde, başarılı olmak için yapılması gerekenlerle yapılanların da birbirinden farklı olduğunu söylüyor Mümin Sekman. Biz, diyor, hızlı başlıyor ve hızlı bırakıyoruz... Düsturları-esasları kendimize uyduruyor, plansız yaşıyor, başarıyı kendi elimizde olmayan sebeplere bağlıyoruz. Bu maddelere bir de günü kurtarmak için didinmemizi de ilave edersek, cihanşümul [üniversal, evrensel) başarı kriterlerinden neden bu kadar uzak düştüğümüzü anlayabiliriz.

İDAREDE OTORİTE KULLANMAK

İdarede Otorite Kullanmak


İdareciler, otorite kullanırken oldukça dikkatli davranmalıdırlar! Zira idare olunanlar, genelikle,

“idareciler, çoğu zaman otoritelerini göstere göstere kullanma yanlısıdırlar”,
diye düşünürler...


O bakımdan hiçbir idareci, idaresi altındaki insanlar karşısında otoritesini isbat etmeye çalışmamalıdır. Onlar sizin kim olduğunuzu zâten biliyorlar. Eğer size direnmişlerse, ortada otoriteden çok bir itimat (güven) problemi vardır.


Bunu halletmeye bakın. Onları müttefikiniz hâline getirmeye muvaffak olabiliyorsanız, iyi bir idarecisiniz demektir. Onun için mutlaka size itimat etmelerini, güvenmelerini temin edin. işler-hizmetler güvensizlik esasına göre yürütülse bile, çalışma hayatı mutlaka emniyet ve itimat odaklı olmalıdır.


Bir insan defalarca veya senelerce denenmez. Muayyen bir zaman ve zeminde deneyip mutemet (itimat edilir) olduğuna karar verdikten sonra, artık ona karşı takınılacak tavır, itimat esasına dayanmalıdır.


Lider-idareci olabilmek...

idareciyi lider-idâreci yapan hasletlerin başında, geliştirmeci olmak yani yapılan işi, görülen hizmeti tekâmül ettirmek, daha ileri noktalara götürmeye, inkişâf ettirmeye çalışmak gelir.

Lider-idâreci, beraber çalıştığı insanların şahsî gelişmelerine yardımcı ve önayak olan insandır. Onlara itimat eder, onların kendisine itimat etmelerini sağlar. Bunun için de onlarla çok net ve sarih konuşur.

Her tarafa çekilebilecek müphem ve muğlak, karışık ve kapalı sözler sarf etmez. Dobra dobra konuşur; ama kimseyi incitmez, gücendirmez. Kaba söz söylemez.


Lider-idâreci, idaresi altındakilerin, yaptıkları iş ve hizmetlerdeki muvaffakiyetlerini-başarılarını takdirden geri durmaz. Onlara, önemli olduklarını hissettirir; ama şımartmamaya da gayret eder. Zira bazı zayıf karakterli insanlar, kendilerine bir iki hoş ve güzel sözler söylenip iltifat edildi mi, hemen, "Ne oldum delisi!" oluverirler.

Lider-idareci, idaresi altındakilerle kendi arasına mantıklı sınırlar koyar... Ve o sınırları aşmayanları, kat'iyyen gelişigüzel cezalandırmaz. Bilakis zaman zaman formasyonlarına münâsip tarzlarda mükâfatlandırır.

Kısacası lider-idâreci, idaresi altındakileri çalıştırmanın usûllerini bildiği gibi, onları mutlu etmenin yollarını da, kendisini neticeye götürecek metodlan da bilir.

(Kaynak: mozel@yenisafak.com, Yeni Şafak/17 Eylül 2000)

Sevgide Korku Vardır



Sevgide Korku Vardır



"Hayata yücelik veren, hüzün olsa gerek. Hüzünle sevdiğimiz zaman büyük sevmişizdir...”

"Her nesil bizim gibi ruhunu açlıktan öldürmez. Dağarcığında iki dilimi varsa, biri mutlaka ruhu içindir.”

"Sevgide korku vardır; ama korkuda sevgi yoktur."

"Çöllerin üzerinden esen samyeli gibi ruhların içinden bir kin rüzgârı esiyor... Bütün bunlar sevgisizlikten. Fakat sevmek de bir eğitim işidir.”

"İlkin sevgiyi kaybettik, sonra vefayı... Çıplaklık, aşkı ve hâtırayı, sür'at hasreti, mal hırsı İdealleri öldürdü ve bunların cümlesi dostluğa kıydı.”

"Herkesin bir deniz şehrine koştuğu bugünlerde, ben dağları özler oldum; dağların yalnızlığını, Allah'a yakınlığını... Yaz aylarının beşerî denizini, bir et yığını hâlinde uzayan plaj dedikleri kıyıları sevmiyorum.”

"Ağzımız bir karış, gümrük hamalından deniz erine kadar her gördüğümüz Avrupalı yahut Amerikalı'ya 'amanın adam dediğin böyle olur' diye başımızın üstünde yer verir olduk. Bu bize Tanzimat'tan yadigâr bir illettir. Yüzyıldan beri Garb(Batı) hayranlığı ile dışarıdan habire şekil aldık, İçeriden habire muhteva, öz verdik. Durmadan İç zenginliği verdik, şatafat aldık. Ahlâk güzelliğini makyajla değiştik..."


... Bu satırlar, Ahmet Muhip Dranas'a âit. Onun gazete yazılarından alınma. Dranas büyük şâirdir; ama kendisini tanımak açısından bu yazıları şiirlerinden de önemlidir.


Yazılarında benimseyemeyeceğimiz taraflar da çok. Fakat hepsi bir seviyenin mahsûlü. Yağmuru, denizi, dağları, sevgiyi, vefayı yazmış; ama cemiyeti de yazmış. Aktüel hâdiselerin hurda teferruatıyla değil, sebepleriyle ilgilenmiş. Yazılarının toplandığı kitabı büyük bir zevkle ve merakla okudum.

... Bu nevi yazılar, insana düşünce eğitimi kazandırır. Hangi vesileyle hangi mevzuu yazarsa yazsın; düşünce eğitimi açısından kazandıracakları, sizin her alandaki işinizi kolaylaştırır. Gerçi Dranas'ın 'felsefe-iktisat-tarih... 'kültürü yeterli değildir; ama yine de okuyanlara, şu kadar yıl sonra bile tesir edici ve faydalandırıcı gazete yazıları yazacak zenginliğe ve birikime sahipti.
(Ahmet Selim Bey'in bir makalesinden)

BEYNİN BİR SIRRI DAHA

Beynin Bir Sırrı Daha


İngiltere'deki Southampton Hastanesi bilim adamları, ölümün hemen öncesinde yaşananlar üzerine yaptıkları araştırmada, klinik olarak ölü kabul edilen kişilerin de pek çok duyguyu yaşadıklarını tespit ettiler.

Beynin fonksiyonlarını yitirmesinin ardından, yani hastanın klinik olarak ölü kabul edildiği safhada, yaygın inanışın aksine, hastaların çeşitli hisleri bulunduğuna dikkat çeken bilim adamları, bunların başında huzur-mutluluk, hüzün ve keder gibi duyguların geldiğini belirtiyorlar.

Bilim adamlarına göre, bu çeşit hastalar ayrıca zamanın aktığını anlayabiliyor ve ışığı idrâk edebiliyorlar.

Southampton Hastanesi'nden Dr. Sam Oarniea ve Dr. Peter Fenwick'in yaptığı araştırmada, ölümün eşiğinden dönmüş 63 kalp hastasıyla yapılan röportajlardan istifade edilerek bu neticeler elde ediliyor. 4'ü "klinik olarak ölü" kabul edilip sonra da hayata dönmüş 63 hastayla konuştuklarını belirten Dr. Fenwick şunları söylüyor:

"Akıl ve beyni birbirinden bağımsız değerlendirmek mümkünse, bu ölüm sonrasında şuurun hâlâ uyanık kaldığı düşüncesini gündeme getiriyor."

Basingstoke Anglikan Kilisesi Piskoposu Geoffrey Rowell, yapılan araştırmanın İnsanın etten kemikten yapılmış bir bilgisayar olduğunu düşünenleri yalanladığını söyledi.

Dilerseniz son sözü İki Cihan Serveri Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz'e bırakalım. Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor:

"Bedir Harbi akşamında Resûlüllah (s.a.v.) bize:Şurası yarın inşâallah filan müşrikin vurulup düşeceği yerdir: şurası falanın düşeceği yerdir, buyurdu. Onu hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, sayılanlardan hiç birisi onun haber verdiği yerden başka bir mahalde ölmemişti. Müşrik ölüleri birbiri üzerine bir kuyuya atıldılar. Resûlüllah (s.a.v.) onların atıldığı kuyunun başına geldi ve,


'Ey filan oğlu filan, ey filan oğlu filan! Allah ve Resûlü'nün size va'dettiği azabı buldunuz mu? Şüphesiz ki ben, Allah'ın bana va'dettiği zaferi buldum!' diye hitap etti.

Yâ Resûlellah, içerisinde ruh olmayan cesetlere nasıl konuşuyorsunuz? diye sordum. Resûlüllah (s.a.v.):


Siz benim söylediğimi onlardan daha İyi işitmezsiniz. Ancak onlar, bana cevap vermeye güç yetiremezler! buyurdu." (Müslim, Cihad, 83)

"Bilim"in, ölülerin pek çok duyguyu yaşadığına dâir ancak bugün ortaya koyabildiği bu tesbıt, 15 asır öncesinden âhir zaman nebisi âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından, Bedir Günü böyle haber veriliyordu.

EY İNSANLAR! VASİYETİMİ DİNLEYİN, BELLEYİN





Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, ağır hastalığına rağmen tebliğ, tâlim ve irşad vazifelerini hiç aksatmamışlardır. Bu cümleden olarak yine hastalığı esnasında îrad buyurdukları hutbelerinden birinde, İslâmiyet'in öğrenilip öğretilmesi hususunu ashabına pek güzel bir surette derli-toplu olarak şöyle anlatmıştır:

-"Ey insanlar!

Bilmiş olun ki; bu dünyadan göçme zamanının geldiği bana haber verildi. Allah'ıma kavuşacağıma seviniyorum. Ümmetimden ayrılacağım için de mahzunum.

- Ey insanlar!

Vasiyetimi dinleyin, belleyin; burada bulunanlar, bulunmayanlara tekrarlasın. Allah (c.c), gönderdiği Kitap'ta size, helâl ve haram kıldığı şeyleri, yapacağınız ve sakınacağınız şeyleri bildirdi. Siz, o Kitab'ın akıllara hayranlık veren hükümlerine itaat ediniz. Saydığı örnek ve misâllerden ibret alınız.

Sizi cennetten uzaklaştıran, cehenneme yaklaştıran heveslerden ve şehvetlerden çekininiz. Cemaatten (topluluktan) ve doğruluktan ayrılmayınız.

Emânete hıyanet etmekten sakınınız ve Allah'tan korkunuz.

Kölelerinize ve hanımlarınıza eziyet etmeyiniz. Onların haklarını gözetiniz.

Çoluğunuza-çocuğunuza ilim ve edep öğretiniz. Onlar sizin yoldaşınızdır ve size emânettirler.

- Ey insanlar!

Al ve Ehl-i Beytime ve Kur'ân'ı bilenlere sevgiden ayrılmayınız. Alimlere saygı gösterin, onlara kin gütmeyin, onları kıskanmayın. Bilmiş olun ki; onları seven, beni sevmiş olur.

- Ey halk!

Taharete riâyet ederek namaza devam edin. Malınızın zekâtını verin, zekât vermeyenin namazı da yoktur. Namazı olmayanın ise orucu, haccı, cihâdı ve dini yok demektir.

- Ey İnsanlar!

Dilinizi tutun, gururu bırakın, büyük İşler başarın, vücutlarınızı İşletin, tembel olmayın.

Düşmanlarınızla savaşın, mescitlerinizi mâmur tutun, îmânınızı kuvvetlendirin.

Önce kendi nefsinize, sonra kardeşlerinize nasihat edin.

Namusunuzu koruyun, malınızdan sadaka verin, birbirinizin nail olduğu şerefi kıskanmayın, kendinizi esirlikten kurtarmaya çalışın, zulmetmeyin. Allah hesap gününde zâlimi bizzat muhakeme edecektir.

Ben haberimi aldım; Allah'a gidiyorum. Dininizi ve emânetinizi Allah'a ısmarladık.

- Ey ashabım ve ey cemaat!

Sizlere selâmetler dilerim. Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun."

YA AŞKA GELİP SECDEYE KAPANIRSA



YA AŞKA GELİP SECDEYE KAPANIRSA 

Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh bir seyahatinde, yol üstü bir hana inmiş. Han, han değil, viran!.. Tuttuğun elinde kalıyor, bastığın altından kayıyor!

Merhumun yüreğine bir korkudur düşmüş; "Ya çökerse!.." diye... Hancı ile dereden-tepeden konuşurlarken, lâf arasında:

-Yahu, bu tavan da ne kadar gıcırdıyor!.,

diyecek olmuş amma, karşısındaki de ondan aşağı kalır bir nüktedân değilmiş hani; eliyle sus işareti yaparak:

-Aman sesini çıkarma! demiş, tahtalar Hakk'a tesbih çekiyor!

Merhumu lâf altında bırakmak kimin haddine?..Öyleyse bana eyvallah!deyip tasını-tarağını toplamaya başlamış... Hancı şaşırıp:

-Hayrola Hocaefendi, ne oldu?., deyince, bizimki cevabı yapıştırmış:

-Daha ne olacak, be birader!.. Bu tavan böyle tesbih çekerken, ya aşka gelip de secdeye kapanırsa, düşün, hâlimiz nice olur?..

2010-11-04

ALTINDAN ÇAPANOĞLU ÇIKIYOR



Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülâle vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmed Paşa, bu sülâlenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir.

Ahmed Pasa'nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülâlenin şöhretini âfâka salmış ferdidir. Yozgat şehrini bayındır hâle getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus'u içine alan bir hükümet kurup adını Celâlîler listesinin levhasına yazdıran odur.

Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar.işte o devirde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını araştırmak üzere müfettiş tâyin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir.

Çapanoğlu Süleyman Beyin nüfuzundan çekinen memur, vaziyeti yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister. Aldığı cevap şöyledir:

"Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa, başın belâda demektir!.."

Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile neticeyi alâkalı mercilere bildirir.Çapanoğlu Süleyman Bey'in yaşadığı zamanlarda takvimler, 1700'lü yılların sonuna yaklaşmaktadır. Şimdi ise 2011'e giriyoruz ve hemen her soruşturma, altından çıkacak Çapanoğlu hatırına yarıda kalmaktadır.

Bize öyle geliyor ki, bu işlerin içinde bir yerlerde, hukukun ulaşamadığı, yahut nüfuzundan çekindiği bir Çapanoğlu var.

BATININ KAPISINI İSLAM'A AÇAN ZAFER: MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ



Tarih boyunca, İslâm'ın tebliğ ve inkişâfına zemin hazırlayan bazı dönüm noktaları olmuştur. Hicret, Bedir Muharebesi, Hudeybiye Andlaşması, Türkler'in topluca Müslüman olması, Malazgirt Muharebesi ve İstanbul'un fethi gibi tarihin akışına tesir eden hâdiseler bunlardan sadece birkaçıdır.

Anadolu üzerindeki kötü niyetli emelleri düşmanın kursaklarında bırakan ve İslâm'ın doğudan batıya inkişâfını kolaylaştıran Malazgirt Zaferi, büyük ehemmiyet arzediyor. Çünkü bu savaş, askerî yönden çeşitli yenilik, taktik, dehâ ve kahramanlık örnekleriyle yüklü olduğu gibi, mânâ bakımından da, "İslâm'ı tebliğ; yani önce Anadolu'ya, sonra da topyekün Batı âlemine Allah'ın nurunu yaymak" gibi ulvî bir gaye ve yüce bir hedefin başlangıcını teşkil etmektedir.

Türkler, İslâm'ın doğuş yıllarından itibaren Müslümanlara temas hâlinde olmuştur. Bunun en güzel örneği, sahabe ve tabiîn başta olmak üzere bazı İslâm büyüklerinin fetih ve tebliğ gayesiyle Anadolu topraklarına hicret edip yerleşmiş olmalarıdır.

Nitekim memleketimizin muhtelif yerlerinde karşılaştığımız kabir ve türbeler, bunun en açık delilleridir. Bu hareketliliğin neticesi olarak atalarımız, fazla gecikmeden İslâmiyetle tanışıp teşerrüf etmişlerdir.Yaklaşık iki asır devam eden ferdî temas ve ihtida vak'aları sonunda; fıtratı olgunlaşan Türk milleti kitleler hâlinde islâm'la kucaklaşmıştır.

Prof. Dr. Osman Turan bu hâdiseyi şöyle değerlendirmektedir:

"Türkler'in İslâm medeniyetine toptan girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisaplarından farklı olarak, doğurduğu büyük ve müsbet neticeler itibariyle, yalnız Türk ve İslâm tarihinin bir dönüm noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hâdiselerinden biri sayılacak bir ehemmiyet taşır."

Ahmet Cevdet Paşa ise bu toplu ihtida(İslamı kabul etme) hâdisesinin, İslâm'ın tebliğ ve inkişâfına olan tesirine dikkat çekerek şöyle demektedir:

"Türkler'den iki yüz bin hargâh, İslâm ile müşerref oldular. Hargâh, deriden mamul çadır ve aba demek olduğundan, bir hargâh, bir hâne halkı demek olur. Bu kadar halkın defaten dîn-i İslâm'a dâhil olmaları, âlem-i İslâmiyet'te vukûât-ı mühimmedendir."


Malazgirt Zaferinden sonra, doğudan batıya akınlar daha sür'atli oldu. Ulaşılan yerlerde ikametler başladı. Akıncılar Anadolu'ya yayıldılar. Orada teşkilatlanıp yerli halkla kaynaşarak bir bütünlük sağladılar.

Artık Anadolu İslâmın hidâyet nuru, feyz ve bereketi ile kucaklaştı. Daha da mühimmi; Doğu Roma imparatorluğu'nu tarihin derinliklerine gömen, ortaçağın kapanmasına ve yeni bir çağın açılmasına vesîle olan İstanbul'un fethine zemin hazırladı.


Malazgirt Muharebesinin neticeleri ve İslâmın Anadolu'ya girişini değerlendiren Prof. Dr. ibrahim Kafesoğlûnun şu cümleleri dikkat çekicidir:

"... Bütün İslâm dünyasında derin akisler uyandıran Malazgirt Muharebesinin, neticeleri bakımından ehemmiyeti ölçüsüzdür. Anadolu onun hediyesidir. Tarih boyunca, Türkler tarafından kazanılan meydan muharebelerinden bugün elde ne kaldığı düşünülürse, Malazgirt'in değeri iyice anlaşılacaktır.


Malazgirt, aynı zamanda Türk millî bünyesinde köklü değişikliklere yol açmış... Zaferi takip eden yıllarda Anadolu'yu vatan edinen Türk boyları, islâmi akideler ile birlikte, eski bozkır yaşayış telakkilerinden büsbütün farklı tefekkürü, edebiyatı ve dünya görüşü ile, toprağa bağlı taze bir cemiyet hâline inkılap etmiş... Bundan sonra da, yerleşik medeniyet unsuru olarak cihan tarihinde çok verimli hamleler yapmak imkânını kazanmıştır."

Bu ay öne çıkanlar