2011-05-23

Renklerin Dansı; Ebru Sanatı

Ebru kelimesi nereden gelir? Ebru sanatının geçmişi, dünü ve bu günü...
Ebru Nasıl yapılır? Geçmişteki ve günümüzdeki ebru üstadları..
Ebru'ya dair her şey bu belgesel çalışmada...

Kardeş Şehirler; HİVE



Kardeş Şehirler; HİVE

2011-05-21

Sait Faik Abasıyanık Belgeseli (video)



Sait Faik Abasıyanık Belgeseli (video)

Dünyanın En Küçük Müzesi ( Katliam Müzesi ) Video

Katledildiklerinde henüz ilkokul çocuğuydular ve hiçbir şeyden de haberleri yoktu...



Dünyanın En Küçük Müzesi ( Katliam Müzesi ) Video

Hindistan'da Türk Varlığı (Video)

Hindistan, Gazneliler dahil altı Türk soylu hanedan tarafından sekiz yüz altmış sene idare olundu...
Hindistan'ta Türk varlığı...



Tarihin Kaynakları; Şeriyye Sicilleri Arşivi (Video)



Cambridge Üniversitesi'nde ilk Türk öğretim üyesi (Video)

Dünyanın en prestijli üniversitlerinden olan Cambridge'de yüksek lisans yapan ve aynı üniversitede öğretim üyeliğine yükselen ilk Osmanlı Halil Halit Bey'in ilginç yaşam öyküsü...



Kafkas İslam Ordusu (Osmanlı - Azeri Dayanışması) (Video)

Yıl 1918...
Azerbeycan; İngiliz, Rus, Ermeni işgali altında...
Osmanlı'dan yardım istenir. Böylece bölgeye Kafkas İslam Ordusu adıyla yirmi bin kişilik bir kuvvet gönderilir...
Bakü kurtarılır. Ve, bundan sonra Azerbeycan, Türk ordusunu milli şairi Ahmet Cevat'ın yazdığı "Selam Türk'ün Bayrağına" şiiri ile selamlar...



Târihin en kan dökücü ihtilâlcilerinden; Lenin

Târihin en kan dökücü ihtilâlcilerinden; Lenin

"Sâdece Kiev’de 1919 yılında Lenin’in propagandalarına katılmayan on bin aydın Rus subayı, zarar yapılmayacağı vaadi ile teslim alınarak hepsi, erkek çocukları ile îdâm edildi. Hanımları da genelevlere konulup, kızılordu erlerine teslim edildi. Uğradıkları büyük hakâretlere ve hunharca tecâvüzlere tahammül edemeyen bu kadınlar, kısa sürede öldüler.

İhtilâlin başlangıcından îtibâren Sovyetler Birliğinde Lenin’in yedi senelik iktidârı devrinde otuz iki milyon insan hayatını kaybetti."

DÜNYANIN BAŞINA GELEN EN BÜYÜK BELALARDAN BİRİNİ, KOMİNİZMİ YAYAN LENİN'İ TANIYALIM, TANITALIM. Evladlarımızı ve nesillerimizi bu tehlikeli Allah'sızlardan koruyalım...




Vladimir İlyiç LENİN
Rus Komünist Partisinin kurucusu, sosyalist fikirlerin ilk tatbikçisi, yazar, ihtilâlci ve diktatör. Asıl adı Vladimir İlyiç Ulyanov’dur. “Lenin” lakabını Rus Komünist İhtilâlinde aldı. 1870’de Volga Nehri üzerindeki Simbirs (bugünkü ismi Ulyanovsky) şehrinde doğdu ve 1924’te Moskova’da felçli vaziyetteyken, tekrar tekrar gelen kalb krizinden öldü.
Aslen Yahûdî olup, babası eğitim müfettişiydi. Annesi Alman asıllı köylü bir kadındır. Alman kültürüyle yetişen Lenin, beş kardeşti. Ağabeyinin, Rus Çarı Üçüncü Aleksandr’a karşı düzenlenen başarısız bir sûikast sonucu yakalanıp îdâm edilmesi, ihtilalci fikirlerini hızlandırdı. İlk ve orta öğreniminden sonra 1891’de Kazan Üniversitesinde hukuk tahsili yaparken ihtilalci faaliyetleri sebebiyle okuldan koğuldu. Petersburg (Leningrad) Üniversitesinde başladığı hukuk tahsilini de tamamlayamadı.

Kendisini Marksizm’i ve Marks’ın kitaplarını okuyup fikirlerinin Rusya’da sosyal ve siyasî açılardan nasıl tatbik edilebileceğini araştırdı. Açlık ve topraksızlık sebebiyle şehirlere akın eden köylülerin, 1880’lerden îtibâren sanâyinin gelişmesi sonucu, “işçileşmesi” meselesi üzerinde durarak “İşçi Sınıfının Kurtarılması İçin Savaşanlar Birliği” isimli marksist dernekte faal rol oynadı. Rus Sosyal Demokrat Partisine girip, hareketli çalışmalarda bulundu. 1895’te gittiği İsviçre’de Plekhanov ile buluştu ve Rusya’ya dönüşünde Çarlık rejimi aleyhtârı çalışmaları sebebiyle Sibirya’ya sürüldü. 1897’den 1900 yılına kadar burada kaldı. Sibirya’da kendisi gibi sürgün edilmiş olan Marksist Nataşa Konstantinova Krupskaya ile tanışıp evlendi. 1894’te Rus Narodnik (Halkçılık) hareketini tenkit eden Halkın Dostları Geçinenler Kimlerdir? ve 1897’de yazdığı Ekonomik Romantizmin Vasıfları isimli eserleri ile başlattığı tartışmaları, 1899’da sürgünde yazdığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi (Razvitle Kapitalizma ve Rossii) isimli eseriyle tamamladı.

1900 yılında sürgünden dönünce, 1898’de Minsk Kongresinde kurulan ve Sovyet Komünist Partisinin başlangıcı olan, Rus Sosyal Demokrat Partisince, teşkilâtlandırma ve propaganda faaliyetleri için Avrupa’ya gönderildi. İsviçre’de,Iskra (Kıvılcım) gazetesini çıkararak Marksist fikirlerini yaymaya başladı. Bu gazete gizlice Rusya’ya da gönderilip dağıtılarak, sınıf kavgalarına zemin hazırlandı. 1903’te Brüksel ve Londra’da toplanan Rus Sosyal Demokrat Partisi, Lenin ile Plekhanov’un fikir ayrılığına düşmesi sebebiyle ikiye ayrıldı. Lenin’in tarafını tutanlara “bolşevik”, Plekhanov ve Troçki’nin tarafını tutanlara “menşevik” denildi. Bölünme, Rusya’da marksist ihtilalin gerçekleştirilmesinde partinin rolünün nasıl olması gerektiği konusunda oldu. Lenin, partinin profesyonelce yetişmiş kimselerden teşekkül etmesini ve ihtilalin işçi sınıfı önderliğinde yapılması gerektiği tezini savunuyordu. “Bana profesyonel bir ihtilalci teşkilât verin, Rusya’nın altını üstüne getireyim.” diyordu. Muhtelif zamanlarda yapılan uzlaştırma teşebbüsleri neticesiz kaldı ve 1912 Prag Kongresinde yoğun faaliyetlerine devam etti. Lenin, bolşevikleri ihtilâle hazırlayarak, eğitim ve teşkilatlandırma faaliyetlerini hızlandırdı.
1905’te menşevik Troçki’nin önderliğinde Petersburg’da girişilen ayaklanma ile Petersburg ve Moskova’da işçi sovyetleri (kurulları) kuruldu.

Çarlık Rusya’sının merkezi Petersburg’du. Çar’ın kuvvetleri bu ayaklanmayı bastırdı ve Çar İkinci Nikola, anayasalı meşrutî bir idâreye geçerek bâzı hürriyetler verdi. Duma(Millet Meclisi)yı topladı. Lenin ayaklanmayı desteklemek için Rusya’ya döndü ve 1907’de tekrar Avrupa’ya kaçtı. Daha çok İsviçre ve Fransa’da dolaştı. 1909’da Alman Sosyal Demokratlarının “revizyonist” düşüncelerine karşı Materyalizm ve Emperyalizmin Tenkidi isimli eserini yazdı. Bunda Marks’ın düşüncelerini anti-materyalizm olarak yorumlayanları “revizyonistlik” ile suçlayıp tenkid etti.

Bu yıllarda Pravda (Gerçek) gazetesini çıkaran Lenin, yazılarında David Hume, Kant ve Tolstoy’u tenkit etti. Marksizm ve sosyalizmde gâyenin dîni kaldırmak olduğunu ifâde ederek, taraftarlarından bu fikir doğrultusunda her türlü faaliyette bulunmalarını istedi. Particilik ve sınıf kavgalarına dâir yazılarının açıklandığıProleter İhtilalin Askerî Programı kitabında; “Kardeş harpleri de harptir. Kim sınıf mücâdelesini tanırsa, ülke içindeki kardeş harplerini reddedemez. Bunu reddetmek, sosyalist ihtilalden vazgeçmek olur.” diyordu. “Sınıflar kavgasında ahlâk kaidelerine bakılmaz. Ahlâk, proleteryanın zaferi için çalışmaktır. Bu zaferi sağlayacak kuvvet, partidir”, “Parti, aktif çalışmalar yapacak teşkilâtlı bir gruptur. Bir ileri karakoldur. İşçiler partinin idâresine karışmazlar. Onlar, parti tarafından idâre edilirler.” “Rusya’da sosyal demokrasi kurulamaz. Bu dâva fikir tartışmaları ile yürümez. Dâvayı zafere, yavaş bir iktisâdî gelişme değil, ânî ve sert çıkışlar götürebilir. Hürriyet içinde ihtilal olmaz. İhtilal, otorite ve istibdat, demektir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş devresinde diktatörlük vardır.” “Mümkün olduğu kadar aktif olanları öldürünüz ki, bize az iş kalsın.” tezleriyle Leninizm’in teorik esaslarını ortaya koydu.

Birinci Dünyâ Savaşının başlangıcında İsviçre’de bulunan Lenin, bu savaşı, emperyalist devletlerin dünyâyı paylaşma kavgası olarak vasıflandırdı ve bunun, sınıflar arası bir savaş hâline dönüştürülme yollarını sağlamaya çalıştı. Bu düşüncelerine 1917’de yazdığı Emperyalizm, Kapitalizmin Son Aşaması(İmperialism Kak Vışşaya Stadio Kapitalisma) isimli eserinde yer verdi. Savaşta, Rusya’nın karşılaştığı güçlükler ve Çanakkale Boğazının açılmaması sebebiyle müttefiklerinden yardım alamaması yüzünden ülkede açlık başgösterince, Petersburg’da bolşevik ve menşeviklerin katıldığı gösteriler bir anda ihtilâle dönüşerek, işçi ve asker sovyetleri idâresi kuruldu. 16 Mart 1917’de Çar’ın istifasıyla üç yüz yıllık Romanof Hânedânı sona erdi ve Prens Lvov başkanlığında geçici liberal bir hükümet kuruldu.
Harp hâtıralarında; “Lenin’i Rusya’ya göndermekle hükümetimiz büyük bir sorumluluk altına girmiştir. Ama askerî bakımdan bu hareket iyi netice verdi. Rusya’yı yere sermek lâzımdı.” diye bahseden Alman generali Von Ludendorf; 17 Nisan 1917’de bol para ve imkânlarla Lenin’i Almanya’dan gizlice trenle Rusya’ya soktu. Savaşın, emperyalizmin vâsıtası olup, bir gâyeye teşvik etmeyeceğini, asıl hedefin sosyalizmin zaferi olduğunu yayan Lenin, “Askerler, evinize dönünüz, toprak sâhibi olunuz.” çağırısını yaptı.

Rus Çarlık rejiminin yıkılmasına kadar katıldığı Birinci Dünya Savaşına devam kararı veren geçici hükümetin Temmuz ayında doğu cephesinde giriştiği taarruz başarısızlık ile neticelenince “bütün iktidar sovyetlere” sloganıyla, barışın imzâlanması, köylüye toprağın, işçiye fabrikaların verilmesini savunarak Lenin’in düzenlediği ve menşevik Troçki’nin de katıldığı isyan, Lvov’un çekilip, Kerensky’nin başbakan oluşuyla bastırıldı. Troçki tevkif edildi. Lenin ise Finlandiya’ya kaçtı. Burada 1917’de yazdığı Devlet ve Devrim (Gesudarts Voi Revolyutisiya) kitabında proleterya diktatörlüğünü târif ederek, işçi ve köylülerin iktidâra gelmesiyle sınıf ayrılıklarının kalkacağını iddia ediyordu.

Bu sırada ülkenin durumunda büyük bir karışıklık başgöstermiş, köylüler zenginlerin çiftliklerine hücum etmeye başlamışlar, otorite ve düzen diye bir şey kalmamıştı. Eylülde serbest bırakılan Troçki önderliğinde 7 Kasımda Kerensky’nin hükümet sarayına karşı saldırıya geçen bolşevik Askerî İhtilal Komitesi, iktidârı ele geçirdi.Lenin gizlendiği Smolny Enstitüsünden çıkarak Petersburg’a geldi. İlk yaptığı iş çarlığın gizli belgelerini açıklayarak savaştan çekildiğini îlân etmek ve Almanlar ile antlaşma imzalamak için teşebbüse geçmek oldu.

Yirminci yüzyılın en mühim siyasî hâdiselerinden sayılan Bolşevik İhtilali ile iktidârı ele geçiren Lenin, 25 Kasım 1917’de Kurucu Meclis seçimlerine gitti. Bütün parlak sözler ve vaatlere rağmen 35 milyon reyden sadece dokuz milyonunu alarak 707 üyeden 175’ine sâhib oldu. Bunun üzerine Kurucu Meclisi dağıtarak proleterya diktatörlüğünü ilân etti. Stalin ile beraber 2 Aralık 1917’de yayınladığı beyannâmede Rusya’daki Müslümanlara “çarlar ve zâlimler tarafından dinleri tahkir edilen Müslümanlar! Dîninizin ve kültür müesseselerinizin serbest olduğunu bildiriyoruz.” şeklinde propaganda yaptıysa da Müslümanları inandıramadı. Toprak mülkiyeti bir kararnâme ile kaldırıldı. Sanâyi müesseselerini devletleştirdi. İhtilâlin devâmı için Kızılorduyu ve “diktatörlüğümüzün kılıcı, sert gözü” diye tavsif ettiği ÇEKA’yı kurdurdu. Muhalefetin insafsızca ezilmesi, gizli polis terörü ve Lenin’in “barış, ekmek, toprak” sloganları halkın arasında yankılar uyandırdı. Başkenti Petersburg’dan Moskova’ya taşıdı ve komünist ihtilâli diğer ülkelere de yaymak için Üçüncü Enternasyonali kurdu. Gelişmelerden şikâyet eden birisine; “Bu bir Rus meselesi değildir. Bu, dünyâ ihtilâli yolunda geçmemiz gereken bir aşamadır.” cevabını verdi.

İhtilalden sonra komşu ülkeler ile savaşlar ve iç harpler devam etti. 1918 yılında ilk Sovyet anayasası îlân edildi. Buna göre Sovyetler Birliği sâdece proleterya sınıfının devleti sayılıyordu. 1918-22 yılları arasında ihtilâle karşı ayaklanan Vrangel ve Denikin’in Beyaz Rus orduları ile mücâdele edildi.

Lenin’in icrââtları ve komünizm idâresi Rusya’nın durumunu düzeltmedi. Komşu ülkelerle mücadeleler ve iç harpler devam etti. Köylüler dağıtılan toprakların tapusunu isteyip, verilenlerin ihtiyaçlarını karşılamadıklarını ileri sürdüler. Şehirden ayrılıp köylere gelen sekiz milyon kişi de toprak istedi. Tarlalarda, fabrikalarda, mâdenlerde, petrol kuyularında ve demiryollarında İstihsal faaliyetleri aksadı. Buğday istihsâlinde Çarlık Rusyası rakamlarına ancak 1960’larda ulaşılabildi. Gıdâ maddesi ve mamul eşyâ temini güçleşince açlık tehlikesi, mal darlığı ve karaborsa başgösterdi. Lenin, icrâatlarının memnuniyetsizliklere sebebiyet vermesi üzerine sert tedbirler aldı. Her şey önceden planlandığından ÇEKA ve Kızılordu memnuniyetsizliklere ve muhâlefete, katliamlar ile cevap verdi. Sâdece Kiev’de 1919 yılında Lenin’in propagandalarına katılmayan on bin aydın Rus subayı, zarar yapılmayacağı vaadi ile teslim alınarak hepsi, erkek çocukları ile îdâm edildi. Hanımları da genelevlere konulup, kızılordu erlerine teslim edildi. Uğradıkları büyük hakâretlere ve hunharca tecâvüzlere tahammül edemeyen bu kadınlar, kısa sürede öldüler.

İhtilâlin başlangıcından îtibâren Sovyetler Birliğinde Lenin’in yedi senelik iktidârı devrinde otuz iki milyon insan hayatını kaybetti. 1922’de karşı güçler bertaraf edilerek, SSCB kurulmuş oldu. Böylece dünyâ târihinin en büyük zulüm imparatorluğu ortaya çıktı. Sovyetlerin, İkinci Dünyâ Harbindeki insan zayiatı, sâdece Lenin zamânında katledilenlerden azdır.

1917’den itibâren uygulanan Harb Komünizmi 1921’de biraz liberalleştirilerek yeni iktisat siyâseti (Novoya Economic Politicaya) (NEP) tatbikata konuldu. Soukhozlara paralel olarak Kolhozlar kuruldu (Bkz. Kolhoz). Kontrol ve parti disiplini şiddetlendirildi.

Lenin’in, Halk Komiserleri Şûrası ve Komünist Parti Başkanıyken 1922 yılında başlayan krizleri, 1923’te tekrarlayarak, onu konuşamaz hâle getirdi. 21 Ocak 1924 günü gelen kalp krizinde ölen Lenin, Moskova’da yapılan büyük, özel bir yere kondu. Yerine Stalin geçti.

Lenin öldükten sonra fikirlerinin, “Leninizm” ismiyle bütün dünyâda propagandası yapıldı. Esası; din düşmanlığı, önce yalan ve yaldızlı sözlerle aldatmak, sonra zulüm ve işkence ile yok etmektir. 1990’dan sonra Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Lenin’in fikirleri de yargılanmaya başlamış ve eski propaganda gücünü kaybetmiştir.

Târihin en kan dökücü ihtilâlcilerinden olan Lenin, Marksizm teorisinin tatbikçisi, komünizm idâresinin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devletinin kurucusudur. Lenin, komünizmin başarıya ulaşması için; “Birinci vâsıta yalan söylemek, aldatmaktır. Ne kadar büyük yalan söylerseniz, o kadar muvaffak olmuş sayılırsınız.” dediğinden, çok yalancı ve o kadar da çok zâlim ve kan dökücü idi. Çok kitap yazdı. Bu kitaplarından Türkçe’ye çevrilenler vardır. Yazıları birbirinden hayli ayrı ve değişik yorumlara yol açmıştır.

64.000 ünlü kişinin kafatasını mezarlarından çıkarttılar

64.000 ünlü kişinin kafatasını mezarlarından çıkarttılar. Mimar Sinan'ın kafatası bunlardan sadece biriydi. Şimdi bütün bu kafataslarının ne olduğu meçhul... Öylesine bir tarih katliamı yapıldı ki mezarındaki cenazelere kadar el uzatıldı...

Birinci dünya savaşından sonra dunyada ırkların kokeni ve yapıları hakkında araştırmalar hız kazanmıştı bu çalışmalar Türkiye'dede yürütülmeye başlanmıştı 1928 yılından itibaren tarihci Afet İNAN’(Atatürk'ün Manevi Kızı)ın yönlendirdiği bir ekibin Türklerin beyaz ırka mensup BRAKİSEFAL (yassı kafalı) , Grekler (Yunanlılar) Romalılar ile aynı ırktan geldiklerinin kanıtlanması için ‘kafataslarının ölçülerek’ standart Türk ırkının kafatası formülünü çıkarma projesinin uygulamaya koymuştu

Cenevre Üniversitesinden Eugene Pittard’ın danışman olarak görüşlerinin alındığı projeye uygulama aşamasında Sadi Irmak, Dr. Şevket Aziz Kansu, Fuat Köprülü, Remzi Oğuz Arık da proje uygulamasına destek verdiler. Ağustos 1935 tarihinde Afet hanım ve bilim adamları ünlü mimar SİNAN’ın türbesine gelerek kafatasını çıkardılar

Afet hanımın Türk Tarih Kurumu asbaşkanı olarak yönlendirdiği Kafataslarını ölçerek ‘Türk ırkının standart özelliklerini’ tesbit çalışmaları Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarının da destekleriyle 1938 yılına kadar devam etti. Antropoloji Enstitüsü verilerine göre 64.OOO kafatası ölçüldü. Ünlü Türk şahsiyetlerinin seçilmiş kafataslarının sergilendiği bir müze kurulmak isteniyordu. Çok sayıda kafatası -bu arada Mimar Sinan’ın kafatası da dahil –müzede sergilenmek üzere koruma altında tutuldu. 194O’lı yıllarda Antropoloji Müzesinden kafataslarının sergilenmesi çalışması rafa kaldırıldı. Bu arada Anadolu’nun her yerinden türbelerden getirilmiş kafataslarının bunların içinde Mimar Sinan'ınkide dahil akibetlerinin ne oldugu hala bilinmemektedir

2011-05-20

Dünyada İlk Denizaltıyı Osmanlı Yaptı...

Dünyada İlk Denizaltıyı Osmanlı Yaptı...

Osmanlılarda "Tahtelbahir" denilen denizaltı, ilk defa Sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde , Tersane baş mimarı İbrahim Efendi tarafından yapıldı. Timsah şeklindeki denizaltının, deniz yüzeyine çıkıp tekrar denize dalması, Sultan Üçüncü Ahmed Han'ın çocuklarının sünnet merasimine tesadüf ettirilmiş ve bütün İstanbul halkı hayretle bu gösterileri seyretmişti.

Denizaltı ilerleyerek padişahın bulunduğu yönde durmuş ve selamlama merasiminden sonra tekrar denize dalmıştı. Bu merasim esnasında batıp çıktıktan sonra denizaltının baş kapısı tarafından beş asker çıkarak bu muhteşem icadın maharetlerini göstermeye muvaffak olmuşlardı.

Elli milyon kişinin katili; Joseph Vissarinovich STALİN

Elli milyon kişinin katili; Joseph Vissarinovich STALİN

50 milyonun üzerinde insanın canına kıydı. STALİN

"Yirmi sekiz sene içinde 50 milyonun üzerinde insanın canına kıydı. Çok azı, Lenin; gerisi, Stalin zamânında olmak üzere Türkistan’da 14.000 câmi ve mescit, Kafkasya ve Kırım’da 8000, Tataristan’da ve Baş Kürdistan’da 4000 câmi-mescit yıkıldı ve tahrip edildi. Müslüman din âlimleri olarak katledilenlerin miktarı 270.000’in üzerindedir. Bir kısmını da, Sibirya’da sıfırın altında 65 derece soğuğun hüküm sürdüğü kamplara sürgün ettirdi."



Joseph Vissarinovich STALİN

Sovyetler Birliğinin Komünist Parti Başkanlığı ve Başbakanlığını yapan Sovyet devlet adamı. Bir çeyrek asır, Sovyetler Birliğini diktatörce yönetmiş ve onu dünyânın başlıca güçlerinden biri hâline getirmiştir. Dünyâ târihinin son derece kavgacı, karmaşık ve kuvvetli simâlarından biridir. Ölünceye kadar, Rus milletini ve özellikle Rusya’daki Müslümanları işkence altında inletti. Yirmi sekiz sene içinde 50 milyonun üzerinde insanın canına kıydı. Çok azı, Lenin; gerisi, Stalin zamânında olmak üzere Türkistan’da 14.000 câmi ve mescit, Kafkasya ve Kırım’da 8000, Tataristan’da ve Baş Kürdistan’da 4000 câmi-mescit yıkıldı ve tahrip edildi. Müslüman din âlimleri olarak katledilenlerin miktarı 270.000’in üzerindedir. Bir kısmını da, Sibirya’da sıfırın altında 65 derece soğuğun hüküm sürdüğü kamplara sürgün ettirdi. Bunlarla yetinmeyen Stalin, dînî abidelerle süslü Buhara, Semerkand, Hokant, Kazan, Hayve, Ufa, Bakü, Taşkent, Bahçesaray, Derbent, Timirhan, Kaşgar, Alma Ata, Tirmi vs. şehirlerinde mevcud milyonlarca Kur’ân-ı kerîm ve hadis kitapları başta olmak üzere bütün dînî eserleri toplattırıp yaktırdı, ayaklar altında çiğnetti.

21 Aralık 1879 günü Gürcistan’ın Gori kasabasında dünyâya geldi. Babası fakir bir kunduracı, annesi koyu dindar, çamaşırcı bir kadındı. Joseph annesinin baskısıyla Ortodoks kilisesinde dînî eğitim gördü. Joseph’in gençlik yılları Gürcü milliyetçiliği (anti-Rus) düşünceleriyle geçti. Çok fakir olan çevresinde Marksist fikirleri süratle yayılıyordu. Bu arada Tiflis’te Iskra (kıvılcım) sosyalist grubuna katıldı. Tutuklanarak 1902 senesinde hapse, oradan da Sibirya’ya gönderildi. Sibirya’dan 1904 senesinde kaçarak tekrar Tiflis’e geldi. Bolşevik Menşevik çatışmasında Lenin’in fikirlerini benimsedi. 1905 ihtilâlinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, Lenin tarafından Bakü Bolşevik liderliğine getirildi. 1912 senesinde tekrar tutuklandıysa da kaçtı. Bunun üzerine çelik adam anlamına gelen Stalin lâkabını aldı.

Stalin’in 1917 ihtilâlinde rolü yok gibidir. Stalin o sırada L. D. Trotski tarafından gölgeleniyordu. Stalin Pravda Gazetesinin başında bulunuyordu. Daha sonra kendisine Lenin tarafından halk komiserliği görevi verildi. Halk komiserliğinin görevi, çeşitli milletlere âit toplulukların milliyetçilik düşünce ve hareketlerini bastırmaktı. Çok kan döktü. Bu kanlı çalışmaları sonucu, 1919 senesinde kendisine İşçi ve Köylü Komiserliği de verildi. İç savaşta politik komiser olarak süvari birlikleri ile, karşı ordu güçlerine karşı savaştı. Bu savaşlar esnâsında Rus ordusu tamâmen dağıtılarak yerini kızıl orduya terk etti.
Stalin, Lenin’in 1922 senesinde ölümünden sonra parti kongresinde genel sekreterliğe seçilince, Komünist Partinin tamâmına hükmetme imkânına kavuştu. Lenin’in enternasyonal yayılmacı politikası 1923 senesinde Almanya ve Macaristan’da başarısızlığa uğradığından sosyalizmin yalnız ülkesinde kalmasını, devrimin Rusya dışına yayılmasına gerek olmadığını savundu. Bu fikre karşı olan Trotski’yi Alma Ata’ya sürmeye muvaffak oldu. Bundan sonra, küçük köy ekonomisini ortadan kaldırarak endüstriyel ekonomiyi kurmaya başladı. 1930 senesinde 25 milyon köylü evlerinden zorla alınarak büyük sanâyi fabrikalarına taşındı. Çiftçilik, zirâat, kollektif esaslara bağlandı.

İkinci Dünyâ Savaşı çıkınca, demokratik ülkelerin yardımını alabilmek ve onlara şirin gözükebilmek için kollektifleşmeye ara verdi. Çalışma kamplarında sürgünde bulunan bâzı tutukluları serbest bıraktı ve papazları yeniden kiliselerin başına geçirdi. 1936 senesinde içerideki huzursuzluk o kadar artmıştı ki, rejimi koruyabilmek için Hitler Almanyası ile saldırmazlık antlaşması imzâlandı. Bu antlaşmanın asıl gâyesi, milliyetçilik duyguları ile kaynayan toplulukları tamâmen sindirmekti. Bu antlaşma esâsen Hitler’i rahatlatarak Avrupa’da Almanlara yaygın savaşma imkânı sağlamış oldu.

22 Haziran 1941 günü Hitler, Rusya’ya da saldırıya geçti. Stalin halka her tarafı yakarak geri çekilmelerini emretti. Çeşitli milletlerin milliyetçilik duygularını canlandırarak onlara savaşma gücü verdi. Generallere büyük yetkiler tanıdı. 1812’de Büyük Petro zamanındaki işgâle benzer şekilde geri çekilirken her yeri tahrip ettirdi. Alman orduları Moskova’ya dayandığı vakit Kremlin’de idi. O sene kış çok sert geçince karşı hücum için zamanlamayı yapıp, Almanları Stalingrat’ta büyük bir mağlubiyete uğrattı.

İkinci Dünyâ Savaşı kazanılınca Stalin’in gücü çok artmış oldu. Roosevelt ve Churchill’le Tahran ve Yalta’da yapılan antlaşmalarda Sovyetleri dünyânın ikinci büyük devleti olarak kabul ettirdi. Japonya’ya savaşı geç îlân edince, Roosevelt ile arası açıldı. 1947 senesinde milletlerarası komünizmi yayabilmek için “Kominformu” yeniden kurdu. Balkan ve Doğu Avrupa devletlerinin çoğunu fakir ve yoksul olmalarından istifâde ederek devrimler yaptırarak bir bir hâkimiyeti altına almaya başladı. Bu târihten îtibâren doğuyla batı arası açılarak demir perde kurulmuş oldu.

Stalin, 5 Mart 1953 günü ölünce yerine geçen Nikita Kuruşçev, Stalin’i düşman olarak îlân etti. Marksçı-Leninci görüşlerin yeniden komünizmin temel doktrini hâline gelmesini istedi. Stalin ismiyle başlayan şehirlerin isimleri dahi değiştirildi. Para, pul ve resmî dâirelerden Stalin’in resmi ve büstleri kaldırıldı. Mezarı dahi açılıp Kremlin’in duvarı dışına taşındı.

Eserleri:
Leninizm’in Problemleri, Sovyetler Birliği, Komünist Parti Târihi, Marksizm ve Dil, Sovyet Rusya’da Sosyalizmin İktisâdî Meseleleri.

Bandırma (Kandırma) Vapuru'na Ne Oldu?

Bandırma (Kandırma) Vapuru'na Ne Oldu?



Gemi nerede gemi? Bandırma'nın hikayesi...

19 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı söylenen gemi nerede?
Söküp satmışlar. Kim, niçin yaptı derseniz; belgeleri yok ortada...
Peki gemiyi söktünüz, geminin seyir defteri nerede?
O da yok...

Geminin Samsun’dan önce Sinop’a uğradığı söyleniyor. Niye uğradı, kim indi, kim bindi gemiden? Sahi bu seyahat niçin bu kadar uzun sürdü? Yola çıkmak için niçin bu kadar beklendi, o da ayrı bir soru.

Yani Mustafa Kemal, pusulası olmayan küçük bir taka ile, Karadeniz’in dalgalı sularına, Vahdeddin’den ve İngilizlerden gizli bir şekilde çıkmadı! Mustafa Kemal gençlere bir bayram filan da armağan etmedi. Zaten İdman Bayramı vardı, Osmanlı’dan gelen, o da kutlanıyordu, onu 19 Mayıs’la birleştirip yıllar sonra siyaset mühendisleri tarafından bugün bayram ilan edildi. Tıpkı 23 Nisan’ın Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak ilan edilmesi gibi.


İstanbul Limanı da Samsun Limanı da İngilizlerin denetimindeydi. Kalkarken İngiliz yetkililer gemiye çıkıp gidenlerin evraklarını incelemişti.

Yani kaçma filan yok. Gizlice de değil. İngilizler kimin nereye niçin gittiğini biliyor. Giderken de biliyorlar, varırken de...

İsimler, gemideki araçlar belli. Bir otomobil, bir de tanker var. Güzergah da belli.

Erzurum – Sivas kongre bildirilerini biliyoruz, peki kongre zabıtlarını bilen-gören var mı? Kim ne dedi? Eleştiriler, talepler.

Bu kongreler nasıl toplandı? Ülkenin başka yerlerinde kongreler toplanmamış mı idi?

Sivas ve Erzurum’da kongre toplandı tamam da, mesela herkes Hatay Cumhuriyeti’ni bilir de, “Kars İslâm Cumhuriyeti”ni, “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”ni duydunuz mu!

Türkiye Cumhuriyeti bu oluşumların katılımı ile ortaya çıkan bir cumhuriyetti.

Kars İslâm Cumhuriyeti’nin anayasası, yasalar, meclisi, hükümeti her şeyi vardı. Bayrağı ise bugünkü Genç Parti’nin kullandığı bayraktı.

Okula yakın bir evde oturuyorum da, Nisan ayı ile başladılar, her gün şarkılı türkülü, oyunlar. Eğitim filan yok, “Bayrama hazırlık” yapıyorlar. Yürüyüş talimleri.

Biz 500 metreden rahatsız oluyoruz o hoparlörden yayılan ve saatler süren müzikten, kesin kimse ders yapmıyordur, yapsa da anlaması mümkün değil zaten.

Siz çocuklarınızın 8 ay öğrenim gördüğünü sanıyorsanız, yanlıyorsunuz, 5 ay eğitim, 3 ay bayrama hazırlık.

Nisan, Mayıs ve Ekim bayram ayı. Aynı bildik şeyler tekrar tekrar anlatılıyor. Resmi tarih yalanı tekrarlanır, resmi ideoloji pompalanır. Meydanlardaki Çağdaş yaşamcılar, bu yalanlara inananlardan oluşuyor.

Bayram yapmaktan çocuklar okumaya fırsat bulamıyor. Öyle CHP’nin “Cumhuriyetin Şeref Kitabı”ndaki şiirdeki gibi; “Ey gökteki melekler, sizde göklerden inin / Yılda bir borcumuzdur Cumhuriyete tapmak” (15. yıl sayfa 53) “Evet, facianın tüyler ürperten tarafı budur. Padişah denilen hain, kendi tahtını ve kıymetsiz hayatını korumak için yurdunu, milletini düşmana feda etmek istiyordu. Atatürk padişah adını taşıyan vatan hainini kovdu” sonunda değil mi?

Vaat edilen neydi: “Ulu şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır.” “Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el / Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel / Bu varlığın önünde bir dakika dize gel / Bu taş daha kutsidir o Kabenin taşından.”

“Ey büyük ata! Ey tanrının oğlu!” diye başlayan daha bir sürü zırvanın yer aldığı bu metnin aslını görmek isterseniz, CHP’nin Cumhuriyetin 15. Yılı için bastırdığı, “Türk Gençliğinin duygu ve düşüncesi”ni ifade eden İstanbul’da Cumhuriyet Matbaasında basılan “Şeref Kitabı”na bir göz atmanız yeter.

Batı müziği formundaki şarkılar eşliğinde Batı tarzı dans gösterileri ile 19 Mayıs’ın ne ilgisi var, onu da size bırakıyorum.

Sahi şu Sivas ve Erzurum kongre zabıtlarını yayınlayacak kimse yok mu? Kim ne demiş, o kararlar nasıl alınmış bir öğrensek. Kongreye katılanlar nasıl seçilmiş?

O döneme ilişkin Çankaya, TBMM, Başbakanlıktaki gizli arşivler ne zaman açıklanacak? Kim niçin gizler bunları? İstiklal Mahkemesi zabıtları ne zaman açıklanacak, bari onu söyleyin. Açıklanmıyorsa niçin? Kim mani oluyor ya da kim neden korkuyor.

Gerçek ortaya çıksın ve istismar son bulsun.

Sahi Bandırma vapuru gerçeğini kim anlatacak bize? Yoksa gemi 19 Mayıs’tan önce mi vardı Samsun’a! Bari İngilizler açıklasalar kendi arşivlerindeki bilgileri.

Söylenti en tehlikeli gerçekten daha tahripkârdır.

Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Tarihten ders alınır. Tarih toplumun ortak hafızası ve tecrübeler birikimidir.

Allah hiçbir milleti, kendi tarihinin gerçekleri için başka milletlerin insafına, himmetine muhtaç bırakmasın.

(Amin.)

Selâm ve dua ile.

(Abdurrahman Dilipak, Vakit, 2009-05-19)

Fransa'ya verdiğimiz devlet ve tuvalet dersi

Fransa'ya verdiğimiz devlet ve tuvalet dersi



Paris'teki Versailles Sarayı'nda o gün iğne atsanız yere düşmez. Salonları dolduranların kalp atışları, nerede ise pencere camlarını zangırdatır. Kral 14. Louis ve eşi ile başbakanı yerlerini almışlar. Perukları pudralı şövalyeler ve dekolte elbiseli asilzade düşkünü madamlar sıra sıra dizilmişler. Ortalıkta "çıt" çıkmıyor. Birisi bekleniyor. Hele başbakanın arkasında sarı benizli adam, bozuk bir saat gibi. Laf değil, Paris'e ilk Osmanlı elçisi geliyor.

Kendisine iki gün evvel, "Huzura kabul edileceksiniz..." demişler. Dudak bükmüş ve:
— Biz kabul edilmeyiz, çıkarız... diye cevaplamış.

Elçiler, elbette karşılıklı gider gelirler, ilk Fransız elçisi Jean De la Foret istanbul'a 1534'te gelmiş. Kralının Türk Sultanı tarafından korunmasını istemiş. Bilirsiniz hikâyeyi. Biz Paris'e elçi göndermeye gerek görmemişiz.

Aradan 84 yıl geçmiş de, o zaman göndermeyi kabullenmişiz. Sebebi, zevkine doyulur gibi değildir. O günün elçi hazretleri Baron de Sanay Kudüs'e kadar uzanmış. Orada kiliselere müdâhale etmiş. Yani içişlerimize burnunu sokmuş, istanbul'a dönünce, bu densizliğine cevap olarak kendisini 15 gün Yedikule Zindanı'nda hapsetmişiz. Elçi zindandan çıkınca soluğu Paris'te almış..

Fransa Kralı, "Acaba Türkler af dilerler mi?" diye meraklanıp sual eylemiş. "Olur..." demişiz. Ve işte dostlar, 35 yaşının içindeki ilk elçimiz Hüseyin Çavuş, Paris'e bu sebeple gönderilmiş. Biz ki cihan devletiyizdir. Özür dilemeyi kabullenmişizdir Vay, vay, vay...

Ve kapı açılır. Hüseyin Çavuş girer içeri. Bir uğultudur başlar. Hatta kral bile bir an ayağa kalkar. Saraydaki âdet odur ki,huzura girmeden kılıç dışarda bırakılır, hançer bile belden çıkartılır...

Oysa bir de bakarlar ki, o gülle endam Hüseyin Çavuş'un; sarı, eflatun, ipek ve atlas kaftanının altından yatağanının ucu boy verir...
Bakarlar ki Hüseyin Çavuş'un sol eli murassa kuşağının üzerindeki hançerine pençelenmiş. Kavuğunun altındaki erkek çehresi ki, bıyıkları şaha kalkmış küheylan yelesi misâli.

Yürür, yürür. Sadece başı ile selâm verir. Ardında renk renk cepkenleri, sarı ve kırmızı çizmeleriyle kendisini takip eden yeniçeriler ve sipahiler bir kâğıt verirler eline. Başbakan Richelieu almak için uzanır. Vermez. Padişah'ın nâmesini krala uzatır. Frenkçeye çevirirler. O zaman perukalı kral:Peki amma, diye sorar, burada sadece sultanınızı temsil ettiğiniz yazılı. Özür dilemekten bahis yok...

Hüseyin Çavuş'un dudaklarına bahar yeşili, seher esintili bir tebessüm yayılır. Der ki:
-O da var. Onu da ben söyleyeceğim. Cihan sultanının emri nâmede okunmaz, dinlenir sadece. Ve ilâve eder:
-İstanbul'daki adamınızın haddini aşması sonunda hapsolunmasına karşılık özür dilenmek dilemişiniz. Biline ki, bundan sonraki elçileriniz aynı hataya düşmedikleri takdirde hapsedilmeyeceklerdir.

Kralın, asilzadelerin ve madamların pudralı perukları Akıncı Beyi'ne taslamış şövalye zırhı gibi lime limeleşir.Bilirsiniz sanırım. Elçimiz Paris'e bu kabul merasiminden üç ay evvel gelmiş. Oysa o salonda çınar endam boy verişi, 29 Aralık 1618 günüdür. Kral bir bina vermiş kendisine. Hâlâ o eski binadır asıl büyükelçiliğimiz.

Sânına layık bir yapı. Ama, diklenmiş Hüseyin Çavuş:
— Olmaz demiş, nerede o binanın helası?..

O zaman Fransa'da kralın sarayında bile hela yok. Hemen o gün, önce Hela nedir öğrenmişter ve sonra da binanın helasını yapmışlar.

Paris'teki evlere tuvalet konması gibi bir usûlü, biz öğretmişiz kendilerine... ihtiyaçlarını görmek için oturak kullanmaktan vazgeçmeleri nice zor gelmiş onlara... Ama vermişiz o devlet ve tuvalet dersini... 380 yıl geçmiş aradan, geçmiş zaman olur ki...

(ilhan Bardakçı, Tarihten Bugüne)

2011-05-08

Atatürk, Vahdettin' in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi mi?

Atatürk, Vahdettin' in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi mi?

Atatürk, Vahdettin' in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi mi?

Türkiye'de, bundan 90 sene kadar önce, gerçek olması halinde tarihi baştan başa değiştirecek olan bir evlilik teşebbüsü yaşandı: Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları'nın son hükümdarı Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi.


İşte, Türkiye'nin yakın tarihini baştan başa değiştirecek iken son anda mümkün olamayan bu evlilik girişiminin öyküsü:

Sultan Vahideddin'in iki kızı vardı: Ulviye ve Sabiha Sultanlar... Hükümdarın küçük kızı olan Sabiha Sultan 1894'te doğmuş, ablasıyla beraber Batılı bir prenses gibi büyütülmüş ve evlenme çağına geldiğinde birçok talibi çıkmıştı. Talipler arasında zamanın İran Şahı Ahmed Kaçar Han da yer almış ama Sultan Vahideddin "Sünni bir padişah kızını Şii bir hükümdara nasıl verir?" diyerek isteği ustalıkla geri çevirmişti.

Sabiha Sultan'a işte o günlerde bir başka talip çıktı: Çanakkale'deki kahramanlığı dillerde dolaşmakta olan genç bir asker, Mustafa Kemal Paşa...

Mustafa Kemal Paşa, Sabiha Sultan'dan hakikaten hoşlanmış mıydı, yoksa ezeli rakibi Enver Paşa'nın seneler önce yaptığını yapıp saraya damat mı olmak istemişti, bunları kimse bilmiyor. Ama evlilik olamadı ve her iki taraf da kendi yollarına gittiler. Sonrası, málum... Paşa, Látife Hanım ile kısa sürecek bir izdivaç yaptı; Sabiha Sultan da son Halife Abdülmecid Efendi'nin oğlu olan ve seneler öncesinden aláka duyduğu kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar...

Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa'nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayacak, hattá "Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk'u seviyordum" diyecekti.

BAŞBAKANA YAZDIRDI

Bu evlilik meselesinden geriye tek bir belge kaldı: Sabiha Sultan'ın o günlerden 40 küsur sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nde başbakanlık yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan'ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü'ye yazdırdığı kısa hátıratının birkaç satır.

Mülákat şeklinde kaleme alınan bu hatıratta, Suat Hayri Ürgüplü, Sabiha Sultan'a "Duyduğumuza göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?" diye soruyor ve Sultan şu cevabı veriyor:

"Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan'ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış ...bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."

Mustafa Kemal Paşa ile Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan arasındaki evlilik meselesinin Sabiha Sultan tarafı, işte böyle. Merak edenler için, Sabiha Sultan'ın 1924 sürgününden sonraki hayatını da kısaca anlatayım:

Sultan, 1924 Mart'ında ailesiyle beraber gurbete gitti ve birkaç ay İsviçre'de yaşadıktan sonra Fransa'ya, oradan da Mısır'a naklettiler. Ama, büyük bir aşkla evlendiği eşi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Mısır'da iken aralarına soğukluk girdi ve 1948 Mart'ında boşandılar.

TAZİYE BEKLEDİ

Sabiha Sultan, Menderes Hükümeti'nin 1952 Haziran'ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye'ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve "Osmanoğlu" soyadını aldı. Sonra, İstanbul'a yerleşti; bir ara Avrupa'ya, kızlarının yanına gitti ve hayata 1971'in 26 Ağustos'unda, ortanca kızı Hanzade Sultan'ın Yeniköy'deki yalısında veda etti.

Sultan, boşanmış olmalarına rağmen, kocası Şehzade Ömer Faruk Efendi'ye duyduğu aşkı hayatı boyunca muhafaza etti. Hattá, Faruk Efendi'nin 1969 Mart'ında Mısır'da sürgünde vefat etmesinden sonra, kendisine başsağlığına gelmeyenlerle selámı sabahı kesti. "Boşanmıştınız, artık kocanız değildi, neden başsağlığına gelmelerini beklediniz?" diye soranlara da, "Evet ama amcazádemdi. Bana taziyede bulunmaları lázımdı" diyecekti.

Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa'nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Murat Bardakçı - Hürriyet

Vahdettin Atatürk’ e Kaç Para Verdi?

Vahdettin Atatürk’ e Kaç Para Verdi?

Önümde 13 Haziran 1995 tarihli Sabah gazetesinin 26. sayfasının fotokopisi var. Sayfanın manşeti "Vahdettin hain değildi"...


O tarihlerde Sabah'ta çalışan Nuriye Akman, 11 ila 14 Haziran 1995 tarihlerinde "Milli Mücadelenin iki yüzü" başlıklı birkaç günlük bir röportaj yayınlıyor. Röportajın konukları "damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar" diyen Cemal Kutay ile gene "sıkı Atatürkçü" İsmet Bozdağ... İki Atatürkçü Kurtuluş Savaşı'nı, Vahdettin'i, 19 Mayıs'ı, Nutuk'u çok farklı değerlendiriyor.

Ben o tarihlerde de bu değerlendirmelerin üzerinde uzun uzun durmuştum. Sonra da o yorumları "Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar" adlı kitaba aldım.

Nuriye Akman Cemal Kutay'a soruyor:

"Siz bugün Vahdettin'i vatan haini kategorisine sokmuyorsunuz?"

Kutay cevap veriyor: "Elbette hain değildi. Dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo'da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da gömüldü. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey'i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Nuriye Hanım, oradan kaşıkçı elmasını alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinin çünkü. Kesinlikle bunlar namusu müeccem.

Daha sonra şöyle devam ediyor: "Kafanız hiç karışmasın devrimlerin kaderi budur. Evet, Atatürk, Vahdettin'e 'vatan haini' dedi ama bence hata etti. Ama o günkü şartlara göre onu demesi aşağı yukarı bir çaresiz savunmaydı. Atatürk, Cevat Üstün isimli bir büyükelçinin İkinci Viyana Muhasarası kitabının yeniden tetkikini Türk Tarih Kurumu ilk başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'ndan istemiş. Çünkü Üstün'ün gördükleri ile herkesin zannettikleri arasında bir aykırılık bulmuş. Bu vesileyle 'Ben de Milli Mücadele'de sarayın hareketini o günün şartlarına göre değerlendirdim ama şimdi elbette başka düşünüyorum' demiş."

Son Padişah Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a göndermeden kendisine ne kadar para verdiği de, gene bu röportajda gündeme geliyor.

Kutay'ın cevabı şu:

"25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul'un onda biri satın alınırdı. Ben bunu Demokrat Parti milletvekili olan hukukçu Celal Fuat Türkgeldi'nin babası Mabeyn Başkatibi olan Ali Fuat Türkgeldi'den dinledim."

İsmet Bozdağ da, Atatürk'e kırk bin altın değerinde para verildiğini Abdülhamit'in kızı Şadiye Sultan'dan dinlediğini belirtir. Üstelik bu kırk bin altını Vahdettin'in çiftliğini ve atlarını satarak temin ettiğini söyler.

İki Atatürkçü "para verildiğinde" birleşirler ama miktarı ve kaynağı hususunda farklı noktada dururlar.

İsmet Bozdağ, röportaj sırasında Atatürk'ün "Vahdettin'in yaveri" olduğunu, Erzurum Kongresi'ne "Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla" geldiğini, Samsun'a doğru yola çıkmadan bir gün önce "sarayda padişahla yemek yediğini", ertesi sabah da "içeriği net olarak söylenmeyen" görevin kendisine verildiğini hatırlatır. Ayrıca Mustafa Kemal'e "gizli" görevinde tanınan yetkilerin tarih içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa'ya tanındığını çünkü Mustafa Kemal'in Samsun'a yolculuğunda sadece askeri değil sivil müesseselerin de emrine verildiğini vurgular.

Cemal Kutay bu çarpıtmaların doğuşunu Nutuk'a yaklaşımda bulur. Şu açıklamayı yapar "İlk yapılacak şey, Nutuk'un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak. Yani Nutuk'a isnat ederek bir hadisenin tek başına Nutuk'un çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir.

...Mustafa Kemal ne yazık ki kendi nutkunda Milli Mücadele'nin kuruluşunu hakiki olarak anlatmamıştır."

İsmet Bozdağ da aynı fikirdedir:

"Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor, bir parçayı vermiş üst tarafı karanlık."

Bunlar Atatürkçülerin tam on yıl önceki yaklaşımları... O gün Türkiye kulağının üzerine yatmıştı. Şimdi bu tartışmalar yeniden alevlendi.

Bakalım "siyasal propagandaya" dayalı olmayan gerçek ve objektif bir tarih yorumumuz ne zaman gündeme gelecek?

MEHMET ALTAN

Sabiha Gökçen Ermeni mi? Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan mı?

Sabiha Gökçen Ermeni mi? Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan mı?

Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan mı?

Ermeni cemaatinin yayın organı Agos Gazetesi'nin iddiasına göre, Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Gazalyan, "Sabiha Gökçen teyzemdi" dedi.

Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Sebilciyan Gazalyan, ilk Türk kadın pilotu Sabiha Gökçen'in yeğeni olduğunu iddia etti. Dedesi Nerses Sebilciyan'ın 1915 olayları sırasında öldüğünü söyleyen Gazalyan ‘‘İki kızından biri Hatun, diğeri benim annem Diruhi'ydi. Hatun, Sabiha Gökçen'dir ve benim teyzemdir'' dedi.

ATATÜRK'ün manevi kızı ve ilk Türk kadın pilot Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olduğu iddia edildi. Ermeni cemaatinin yayın organı Agos Gazetesi'nde yer alan habere göre, Sabiha Gökçen 1915 olaylarında ailesini kaybettikten sonra bir yetimhaneye verildi ve ardından Atatürk tarafından evlat edinildi. Ermenistan'dan Türkiye'ye gelerek temizlik işlerinde çalışan Hripsime (Sebilciyan) Gazalyan'la Agos Gazetesi'nden Hrant Dink ve Diran Lokmagözyan görüştü. Gazetenin 6 Şubat tarihli sayısında ‘Sabiha-Hatun'un Sırrı' başlığıyla yayımlanan röportajda, Gökçen'in Ermeni bir aileden geldiği yolundaki iddiaların ilk kez 1972'de Beyrut'ta yayımlanan ‘Ler yev Cagadakir-Dağ ve Alınyazısı' adlı kitapta gündeme getirildiği hatırlatıldı. Yazar Simon Simonyan'ın kitapta Sabiha Gökçen'in tüm aile üyelerinin adlarını sıraladığı belirtildi. İddiaların Ermeni kaynaklarınca da desteklendiği belirtilen röportajda Hripsime (Sebilciyan) Gazalyan, ailesinin ve Hatun Teyze olarak tanıdığı Sabiha Gökçen'in öyküsünü şöyle anlattı:



2 KIZ, 5 ERKEK KARDEŞ

Biz Antepliyiz. Ailenin annesi Mariam Sebilciyan'dı. Baba ise Nerses Sebilciyan. Nerses 1915'teki olaylar sırasında öldü. Maryam ile Nerses'in 2'si kız, 7 çocukları oldu. Kızlardan biri Diruhi, benim annemdi. Diğeri de Hatun'du. İşte bu Hatun, Sabiha Gökçen'dir. Benim teyzemdir. Kardeşlerinin, yani dayılarımın adları ise Sarkis, Boğos, Haçik ve Hovhannes Sebilciyan'dır.



CİBİN YETİMHANESİ

Büyükannem Mariam zaten birçok çocuğun bakımını üstlenmiş. Annem ve teyzemi götürüp Cibin'deki yetimhaneye vermiş. (Sinek anlamına gelen Cibin, Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı bir köy. Köyün bugünkü adı Saylakkaya. Sineklik anlamındaki cibinlik de bu köyün adından türetilmiş.) Atatürk o dönemde gelmiş. Evladı olmadığından, yetimhaneyi dolaşıp kızların en sevimlisini evlat edineceğini söylemiş. Teyzemi görmüş, şirin bir kız çocuğu olduğundan parmağıyla işaret etmiş ve teyzemi kucaklamış. Annem diyor ki; ‘O ağlayarak gitti, ben de ağladım ve böylece ayrılmışız. İşte o zaman ablam 5-6 yaşındaydı.'



SURİYE'DEN ERMENİSTAN'A

Biz önce Suriye'ye, 1946'da ise Erivan'a göç ettik. Büyükannem ve dayılarım Suriye'de kaldı. 11-12 yaşlarında annem duymuş ki teyzem Atatürk'ün kızı olmuş, ismini değiştirmişler. Annem Erivan'dan birkaç kez Hayreniki Tzayn gazetesine ilan verip kardeşinin bulunmasını istemiş, Eçmiadzin'e gidip papazlardan yardım istemiş. Ona ‘‘Şimdi artık Hatun değil Sabiha Gökçen'dir'' demişler.

Resmi kayıtlarda Bursa doğumlu


RESMİ kayıtlarda ve kendisiyle yapılan söyleşilerde Sabiha Gökçen'in 21 Mart 1913'te Bursa'da doğduğu belirtiliyor. 2001 yılında, doğum gününde kaybettiğimiz Gökçen, bu kayıtlara göre, II. Abdülhamid tarafından Bursa'ya sürgüne gönderilen vilayet başkatibi Hafız Mustafa İzzet'in kızı. Babasını ilkokula gittiği yıllarda kaybetti. Eğitimini kardeşlerinin yardımıyla sürdürdü. 1925'teki yurt gezisi sırasında Atatürk'ün dikkatini çekti. Atatürk tarafından evlat edinildi. Türkiye'nin ilk kadın pilotu oldu.


Mezarından bir avuç toprağı üstüme koyun

Hripsime (Sebilciyan) Gazalyan, annesinin öldüğü ana kadar kız kardeşinin özlemini çektiğini belirterek, vasiyetini şöyle açıkladı: ‘‘Annem öldüğü ana kadar hep şunu söylerdi: ‘Eğer kız kardeşim ölmüşse mezarından bir avuç toprak getirip benim mezarımın üstüne koyun ki ben de yattığım yerde rahat uyuyayım.' Annem, teyzem sağ ise de akrabaları olduğun bilmesini istiyordu. Yani ‘Annesi, kardeşleri, sahipsiz değil' diyordu.''


TIPKI NİNEM Gazalyan, Sabiha Gökçen'in ölümünden 3 ay önce İstanbul'da olduğunu belirterek, şunları söyledi: ‘‘Televizyonda gördüm. Tıpkı ninemdi. Bir elmanın ikinci yarısı gibiydi. Annemin dayısının oğlu Halep'ten, Sabiha Gökçen'i ziyarete gitmiş. Gökçen ona para ve altın vermiş, her tür yardımda bulunmuş ona.''


Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hırant Dink: "İddialar bizi şaşırtmadı"


Hripsime (Sebilciyan) Gazalyan 3 yıl önce gelip, bu öyküyü anlattı. O sırada Sabiha Hanım hayattaydı. İddialar dayanaklardan yoksundu. Gökçen'in kırılacağını düşünüp yayınlamadık. Gazalyan geçen ay gazeteye tekrar geldi. Fotoğrafları getirdi. Bir süre önce de elimize Simon Simonyan'ın Beyrut'ta çıkan kitabı geçmişti. Ermenistan'da da bu iddiayı destekleyen çok sayıda belge olduğunu öğrendik. İddia beni şaşırtmadı, çünkü Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halacoğlu geçen hafta bir gazetede yayımlanan röportajında bu konuya değiniyordu. 1915 olayları sırasında iddia edildiği gibi 1.5 milyon Ermeninin öldürülmediğini, bunlardan 644 bin 900'ünün geri döndüğünü söylüyordu. Peki bu Ermeniler nereye gitti? Bunlardan bir kısmı daha sonraki yıllarda göçtü, büyük bir bölümü ise Müslümanlığı seçip topluma karıştı. Okuduğum kaynaklar, ulaştığım kişiler ve bilgiler bana pek çok insanın yaşadığını, kiminin kimlik değiştirdiğini ya da Müslüman olduğunu gösterdi. Sabiha Gökçen'le ilgili iddialar öteden beri cemaat içinde bilinir. Gazalyan'ın anlattıkları, Simonyan'ın hikayesi ve Ermenistan'dan gelen fotoğraflar, bir gazeteci için çok kışkırtıcı olan bu iddiaları daha da güçlendirdi.

Ersin KALKAN
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=373270

Kukla Halifemiz Geliyor, ABD Gülen'i Halife Yapacak...

Kukla Halifemiz Geliyor, ABD Fethullah Gülen'i Halife Yapacak...


Zaman Gazetesi'nin Türkiye'nin en çok satan gazetesi olmasından bazı çevrelerin neden rahatsız olmadığını…
Gülen cemaatinin devlet mekanizmaları içinde bu derece güçlenmesinin önüne neden ciddi engeller çıkarılmadığını…
Engel olmak isteyenlerin, hükümetin hışmına uğruyormuş gibi gözükürken aslında neden ülkemizdeki ABD ve İsrail maşalarının hışmına uğradıklarını…
ABD ve İsrail'in dün kullandıkları ülkemizdeki örgütlenmeleri bu gün neden temizlediğini,
Ülkemizdeki Atatürkçülük rejiminin yıkılması yolundaki ilk ciddi adımın bir genelkurmay başkanımız eli ile neden ilk olarak TSK'da atıldığını…
TSK armalarından Atatürk'ün neden çıkarıldığını,
Sarı Zeybek isimli Atatürk belgeselini çeken Can Dündar'ın, ne olup da "Mustafa" belgeselini çektiğini ve Atatürk'ü "dokunulabilir" yapmak yolunda neden böyle bir harekete girdiğini…

Geçmişi İslam’a, İslam cemaatlerine ve İslami hizmetlere zarar vermekle geçmiş bir çok kartel gazetecisinin neden AK parti ve Gülen'e karşı çok yumuşak kaldıklarını hatta hatırı sayılır bir kısmının nasıl olup da bunlara destek verdiğini…

Halk nazarında sevilen sanatçı ve film yıldızları dahil bir çok ters görüşlü insanın birden çark ederek neden Gülen hareketine destek verdiğini…

Kendisinden hiç beklenilmeyecek çok büyük (epey büyük) bazı işadamlarının bir anda nasıl hidayet(!) bulup Gülen cemaatine dahil olduklarını…

Cumhurbaşkanlığı sırasında Süleyman Demirel gibi ne olduğu belli birisinin neden Gülen'in eline bir mektup sıkıştırıp Papa'ya gönderdiğini…

Gülen'in yurtdışı okullarında çalışan bir çok ismin birbirinden bağımsız, farklı farklı ülkelerde neden CIA ajanlığı suçlaması ile tutuklandığını…

Dinler arası diyalog, Medeniyetler ittifakı, Dinlerin barışı, Büyük Ortadoğu Projesi, Kuzey Afrika Birliği gibi örgütlenmelerin nasıl olup da bir Hocaefendi(!) ve bir Müslüman başbakan (!) eli ile yürütüldüğünü…

İslam diyarlarına saldıran Haçlı birlikleri olan NATO’nun, bu caniliklerine ülkemizin nasıl ortak olduğunu, hatta komuta merkezi olduğunu…

Yeni Osmanlıcılık gibi bir gayrete, bunca sene Osmanlı’ya sövmekle tanınmış köşe yazarlarının, aydınların neden beklenen tepkiyi koymadıklarını…

ve bunun gibi yüzlerce soruyu hala çözemediyseniz, yardımcı olalım;

Bütün bunlar, yeniden şekillenen dünyada bir Yahudi-Amerikan projesi...

Ve, maalesef ki artık bu cemaat eli ile Müslüman kardeşlerimiz aldatılmaya devam edecek, önce yeniden ama kukla bir halifelik getirilecek, Gülen halife yapılacak...

Sonra bu sistemle bir türlü başarılamayan pek çok şey aynı anda başarılacak; bu “hilafet” ve “Yeni Osmanlıcılık” maskeleri altında ABD Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyayı yeniden şekillendirip kendi batışına mani olacak. Hıristiyanlar Ortadoğu ve Anadolu'nun tamamını Hıristiyanlaştıracaklar, Siyonistler de Büyük İsrail hayallerini gerçekleştirecekler...

Kadir Mısıroğlu'nun "Benden bile hilafeti nasıl geri getirebilirz konusunda rapor rica ettiler..." dediğini de göz önünde bulundurun...

Batının savaşmayan, korkak askerleri sorununa çözüm bulunmuş ve NATO’nun ikinci büyük ordusu olan Türk Ordusu ve askeri, sözde kendi menfaatlerimize yarar, etkili bir güç olarak mücadele veriyor gibi dururken aslında onların menfaatleri doğrultusunda hizmet(!) vermiş olacak… Hala neden KORE’ye gittiğimizin şöyle ele avuca gelir bir izahını yapabilen oldu mu? “Komünist ile Hıristiyan birbirlerini yerken Müslüman Mehmetçiğin orada ne işi vardı? “ diye soran oldu mu?

İşte, Türkiye'nin milli ve manevi hislerinin yükseltilmesi, Tayyip Erdoğan ve Türkiye'nin bölgede kurtarıcı ve etkin rol oynayan bir hale getirilmesinden sonra bu projenin son ayağındaki, halkın halifeye ve hilafet kavramına usul usul alıştırılması konusunda da düğmeye basıldı...
İlk etkili denilebilecek zemin çalışmalarından birini Serdar Turgut yaptı...
Okuyalım, Tıklayın;
http://www.haberturk.com/yazarlar/604633-ataturkun-gizli-vasiyeti-ve-akpnin-tarihi-misyonu

Mehmet Fahri Sertkaya
Akademi

'BOP ABD'nin projesi ve hiç vazgeçmedi' Graham Fuller

'BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ABD'nin projesi ve hiç vazgeçmedi' Graham Fuller

CIA'nin eski başkan yardımcısı Fuller, ABD'nin BOP'u uygulamadan kadırmadığını, geçerliliğini koruduğunu savundu.
Fuller' e göre BOP ismi çok olumsuz tepkiler aldı ve artık başka isim verme gereği var...

---


Türkiye ve çeşitli Ortadoğu ülkelerinde yaptığı istasyon şefliği görevi nedeniyle Ankara'yı da yakından tanıyan CIA'nin eski Başkan Yardımcısı Graham E. Fuller ABD'nin Ortadoğu Projesi hakkında ilginç tespitlerde bulundu.

Fuller'e göre, Büyük Ortadoğu Projesi hala masada duruyor. ABD'nin çok tartışılan Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye'nin bu proje çerçevesinde Arap dünyasına model ülke olarak görülmesi konusunda Akşam Gazetesi'ne açıklamalarda bulunan Fuller, Büyük Ortadoğu Projesi için 'Bu bir Amerikan ideali' dedi. Bölgedeki tek liderliğin Türkiye olduğunu belirten Fuller, 'Türkiye gerektiği zaman Washington'a 'hayır' diyebiliyor. Arap ülkelerinin hiçbiri bunu diyemiyor. Çünkü Washington'a bağımlılar' diye konuştu.

AMERİKA HALA BUNU İSTİYOR

Fuller, Büyük Ortadoğu Projesi hakkındaki komplo teorileri ve şüphelerin sorulması üzerine

"Bu çok ilginç bir soru ve ABD siyasetinde yıllardır var olan zıtlıkları ortaya koyuyor. Bu çerçevede içinde 'komplo' kelimesinin kullanılmasından rahatsızım. Büyük Ortadoğu Projesi anons edilmeden önce dahi bunlar ABD'nin vizyonuydu. Bu hedefler yeni değil. Amerika her zaman ABD-İsrail yanlısı ve demokratik Ortadoğu istiyordu. Bence Washington rüyalarında halen bunu istiyordur. Bu, Amerikan ideali."



"Hala masada olduğunu düşünüyorsunuz yani projenin öyle mi?" diye sorulan bir soru üzerine ise Fuller, "Fakat isim orada değil artık. Çünkü, Büyük Ortadoğu ismi pek çok olumsuz algıya neden oldu. Ama bu basit istekler halen orada. Hatta bugün bile. Ortadoğu'nun demokratik, Amerikan ve İsrail yanlısı olması ihtimali oldukça zayıf olduğu konusunda daha artan bir gerçekçilik var özellikle Irak konusunda yaşanan başarısızlık sonrası. Bu hedeflerin hiçbiri başarılamadı. Sadece demokrasi getirilmesi konusunda biraz ilerlenme sağlanmış olabilir. Bu önemli ve çok memnunum. Ama Irak'ta güçlü Amerikancı, İsrail yanlısı ve İran karşıtı bir hükümet var mı? Hayır" cevabını verdi.

Anadolu Haber
08 Şubat 2011

Yeni Osmanlıcılık BOP demektir, Başımıza Kukla Halife Geçirecekler

Yeni Osmanlıcılık BOP demektir, Başımıza Kukla Halife Geçirecekler

Yepyeni Bir Osmanlıcılık

Osmanlı devletini Jöhn Türkler, Yeni Osmanlılar ile yıktılar. Tanzimat bir yenilik hareketiydi. Keza Birinci ve İkinci Meşrutiyet.

Şu günlerde yeni bir Osmanlıcılık çıktı. Laf olarak, slogan olarak... Bu Osmanlıcılığın Büyük Orta Doğu Projesi ile bağlantılı olduğunu sanıyorum.

Peki nerede çıkıyor, nereden geliyor bu Osmanlıcılık? Bizim içimizden mi çıkıyor, yoksa ithal malı mı?

Sakın bu yeni Osmanlıcılık Tel Aviv'de, Washington'da, diğer Siyonist ve Haçlı merkezlerinde imal edilip bizde pazarlanmasın?

Kulağı delik olan, kendilerinde biraz sezgi bulunan Müslümanlar; Siyonistlerin, Haçlıların, emperyalistlerin, sömürgecilerin İslâm dünyasının başına evcil, bağımlı, fantoş bir Halife getirmek istediklerini, bunun için kademe kademe hayata geçirilecek bir plan yaptıklarını duymuşlardır.

Müslümanlar uyanıyorlar, önünde sonunda bir Halife seçecekler, birleşmek isteyeceklerdir. Biz onlardan önce davranalım, bize bağımlı bir Halife seçelim, bu Halife onların birleşmeleri için değil, BOP'un öngördüğü gibi parçalanmalarını, Balkanlaşmalarını sağlasın...

İsrail'e, ABD'ye, Vatican'a bağlı bir Halife taraftarları, beni Hilafet'e karşı olmakla suçlayacaklardır. Bu ülkede yıllardan beri Müslümanların başlarına bir İmam-ı Kebir, bir Emîrü'l-mü'minîn seçmelerini yazan ben değil miyim?

Bir İmam isterim ama, fantoş bir İmam değil.

Halife-i Resûl-i Rabbülalemîn olacak zatta şu sıfatlar bulunacaktır.

1. İtikaden, ilmen, ahlâken bu makama ve riyasete ehil ve layık olacaktır.

2. İtikadı Kur'ân'a, Sünnet'e, icmâ-i ümmete uygun "Sahih" bir itikad olacaktır.

3. Hür olacaktır, İslâm düşmanlarına bağlı ve bağımlı olmayacaktır.

4. İmamı Mâverdî'nin "Ahkâm-ı Sultaniyye" adlı kitabında belirttiği ve sıraladığı şartlar kendisinde bulunacaktır.

Bir reformcu Halife olamaz.

Bir Diyalogçu Halife olamaz.

Bir bid'at veya dalâlet fırkası mensubu Halife olamaz.

Yepyeni Osmanlıcılık, Jön Müslümanlar, Fantoş Halife gibi konularda fazla yazılamaz, teferruata (ayrıntılara) girilemez.

Müslümanlar dikkatli ve uyanık olmalıdır.

Müslümanlar Siyonizmin, emperyalizmin, Haçlıların, sömürgecilerin tuzaklarına düşmemelidir.

İbn Sebe' boş durmuyor.

Biz Müslümanlar Papa seçilmesine karışmıyorsak, Hahambaşı şu veya bu kişi olsun demiyor ve bu konuda baskı yapmıyorsak, onlar da bizim din işlerimize karışmamalıdır.

Mehmet Şevket Eygi
Araştırmacı Yazar
14 MART 2009

Üniversiteli bir Gence Açık Mektup

Üniversiteli bir Gence Açık Mektup

Şeb-i Yelda topluluğuna mensup üniversiteli gence açık mektubumdur: Önce selam ve hürmetlerimi sunar, hatırınızı sorar, sıhhat, selamet ve hayırlı başarılar diler, dualarınızı beklerim.

Sizi çok rahat, çok mutlu, kendinizden çok emin, çok bahtiyar gördüğüm için aşağıdaki uyarılarımı bilginize sunmayı uygun gördüm.

İslami bir cemaate, tarikata, gruba, kliğe, fırkaya, hizbe mensup olmak kişiye otomatik olarak bir üstünlük, fazilet, rüçhan sağlamaz.

Mademki üniversitede okuyorsunuz. Aşağıdaki üstünlükleri ders alarak, çalışıp çabalayarak kazanmanız gerekir.

* Bunların birincisi edebi ve yazılı kültür Türkçesi bilmektir. Bunun için ehliyetli üstatlardan özel Osmanlıca, edebiyat-ı Osmaniye dersleri almanız gerekir.

* Sonra bu devirde her kültürlü insan İngilizce bilmelidir. Garson veya resepsiyon memuru İngilizcesi değil, kültür İngilizcesi.

* Tarikat mensubu bir Müslüman olmanız hasebiyle sizin Arapça bilmeniz de şarttır.

* Sonra, siz bir taşra veya kırsal kesim çocuğusunuz. Bu bir ayıp değildir ama olgun, vasıflı ve kültürlü bir Müslüman olmanız için medeni terbiye, görgü ve edeb de sizin için şarttır. Bir misafirliğe gittiniz ve herkesin içinde çatır çatır el parmaklarınızı çıtlatmak istiyorsunuz. Bunun çok ayıp olduğunu bileceksiniz ve yapmayacaksınız. Daha böyle yüzlerce, hatta binlerce incelik var öğrenmeniz gereken.

* Şeriatsız tarikat olmaz. Ehl-i Sünnet hocalarından akait, fıkıh, kelam, tefsir, hadis dersleri almalısınız.

* Şimdiki gençliğin dikkat, hafıza, merak melekeleri pek zayıf... Bu konuda da ehliyetli öğretmenlerden ders alınması gerekir.

* Mimarlık, şehircilik, dekorasyon, sanat giyim kuşam dersleri.

* Nasıl yemek yenir dersleri... Evet bu çok lüzumludur. Lokantaya gittiniz yoğurtlu İskender kebabı ısmarladınız. Garson ne içersiniz diye sordu, ayran dediniz. Yanında bir de cacık... Olmadı bu!..

* Tarikata girmişsiniz, tasavvuf dersleri al diyeceğim ama onun dersi olmaz. Tasavvuf yaşanarak öğrenilir.

"Benim şeyhim gerçek şeyh, zamanın kutbu, öteki şeyhler sahte şeyh... Benim tarikatim gerçek tarikat, öteki tarikatları bırak..." diyenlerdensen, vah sana!..

* Bilgileri ezberlemen ve hayata uygulaman şartıyla yirmi saatlik bir komşu ve vatandaşlık hakları kursuna tabi tutulman da icap eder.

* Liste bitmiyor... Mürüvvet dersleri alman da gerekir. Mürvet Teyze değil, mürüvvet... Mürüvvet nedir bilmiyor musun? Ne büyük noksan!..

* Fütüvvet dersleri almanız şarttır. Aksi takdirde olgunlaşamazsınız.

Evet, kemal bir gruba dahil oluvermekle elde edilmez. Yıllar boyunca faydalı nice ilmi ehliyetli üstatlardan tahsil etmek gerekir.

Bunlar sadece faydalı kitap okumakla elde edilemez. İlle de bir üstattan, bir mürşidden, bir rehberden tederrüs ve teallüm etmek gerekir.

Sizi üzdüysem afv buyurmanızı istirham ederim.

Mehmet Şevket Eygi
Araştırmacı Yazar
8 Mayıs 2011

Türkiye'yi Kim Kurdu? İsrail'i Kuranlar mı Türkiye'yi kurdu?

Türkiye'yi Kim Kurdu? İsrail'i Kuranlar mı Türkiye'yi kurdu?


Osmanlı Yahudi Cemaati ve 1908 Devrimi" başlığı altında ilginç bir yazı dikkatimi çekti. Daha önce burada İngiliz elçisinin İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin iktidara gelişiyle birlikte ülkesini bilgilendirirken "Meraka mucip bir hadise yok. İyi niyetli çocuklar göreve geldiler" şeklinde işlerin yolunda olduğuna dair mülahazasını konu edinmiştim. Zaten o "iyi niyetli çocuklar" koskoca bir imparatorluğu on yıllık bir süre içerisinde parçalayıp heder etmişlerdir.

İttihad ve Terakki Cemiyeti içinde "Yahudi Faktörü" ise her zaman konuşula gelmiştir. Zaten dikkatimi çeken de yazıda konuyla ilgili "sivri retorik ve asılsız iddialardan" söz edilirken, "İTC(İttihad ve Terakki Cemiyeti" güdümlü "Jön Türk" hareketindeki Yahudi varlığı mevzu ediliyordu. Şöyle ki:

"... Selanik Yahudisi olan Alber Fua, İTC'nin en önde gelen destekçileri arasındadır...

"İTC'nin Selanik merkezli iç teşkilatında Yahudi katılımı daha belirgindir. Kuşkusuz en önemli Yahudi üye Selanikli bir avukat ve yüksek seviyede bir Mason olan Emmanuel Karasso'dur. Üye olduğu yurt dışı bağlantılı Mason Locasındaki konumu, Karasso'nun imkânlarını İttihadçı komplocular için seferber etmesini sağlamıştır."

Meşrutiyet'in ilânının 100. yılı münasebetiyle bu incelemeyi yapan Paul Bessemer'in bundan sonraki söyledikleri daha ilginç boyuttadır:

"Karasso'nun - atılgan ve küstah sosyal yüzü bir yana- Yahudi, İttihadçı ve Mason kimliği, o zaman olduğu kadar, şimdi de İTC'nin bir Yahudi/Mason cephe örgütü olduğunu iddia edenler için bir kanıt niteliği taşır. Yine de, bütün göz önündeliğine karşın Karasso, hiçbir zaman İTC'nin merkez komitesi üyesi olmamış, kayda değer bir politik görev üstlenmemiştir. Her ne kadar başarısızlıkla sonuçlanan 1909 karşı devrimi sonrasında Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirildiğini bildiren heyette yer almış, savaş sonrasında karne/tedarik işlerinin başına getirilmiş ve bundan da okkalı bir kazanç sağlamışsa da, şöhreti değil ama esas görevi ve harekete katkısı 1908 Devrimi garantiye alındığında bitmiştir."

Bessemer'in paradoksu burada başlamaktadır. Karasso'nun Sultan II. Abdülhamid'e hal kararı bildiren heyetin içinde yer almasını adeta önemsiz addetmektedir. Gerçekten onca mebus içinden Karasso'nun seçilmesi çok sıradan bir hadise midir? Bu birincisi. İkinci olarak Karasso'nun resmi nitelikte bir görev almasına gerek var mıdır? Üçüncüsü, iaşe işinin başına getirilmesi ve yazarın ifadesiyle okkalı kazanç sağlaması basit bir şey midir? Abdülhamid hal edildikten ve planları gerçekleştikten sonra Karasso'nun cemiyette aktif olarak devam etmesinin bir anlamı var mıdır?

Bunları bir yere not ederek yine Bessemer'in söylediklerine kulak verelim:

"II. Meşrutiyet Dönemi'nde (1908- 1918) önemli rol oynayan diğer İttihat ve Terakki Cemiyeti yanlısı Yahudiler arasında Hahambaşı Haim Naum Efendi ile avukat kardeşler Avram ve Aşar Salem Efendi ile Nissim Russo, Nissim Mazliyah ve Samuel İsrael sayılabilir.

"Bunlardan ilki, yalnız Yahudi Cemaatinin çoğunluğunun desteklediği "asimilasyoncu" ya da "Alliance" fraksiyonunun lideri olarak da seçilmiştir. Hahambaşı Haim Naum Efendi, hem ateşli bir İttihadçı, hem de Yahudiler ve hatta kimi Avrupa devletleriyle İTC arasında dolaylı bir diplomatik kanal olarak, Jön Türk dönemi boyunca - İTC'nin onayıyla - bu görevi korumuştur..."

Muharrir Hahambaşının daha sonra İTC'nin iktidarı kaybetmesinden sonra işlevini yitirdiğini belirtir. Yazarın en ilginç bulduğu Yahudi ise, Samuel İsrael'dir.

Samual İsrael'in kariyerini hukuk alanında yaptığını, soyadını "İzisel" olarak değiştirdiğini belirtir. Sonra da Samuel İzisel'in Hareket Ordusu içinde "kahramanca" yer aldığını belirttikten sonra şu ifadelere yer verir:

"Hareket Ordusu içinde yer almak ona polis teşkilatında bir yer açmış, sonunda da İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı'na kadar yükselmesini sağlamıştır. Bu görevdeyken cesaret madalyaları alan İsrael, İttihadçı üçlü lider kadrosunu iktidara getiren 1913 Bâb-ı Âli Baskını'na katılmıştır. Mehmet Şevket Paşa'nın suikastçılarını yakalamak için giriştiği çatışmada yaralanmış, mütareke sırasında görevden alınmıştır..."*

Yazar, İsrael'in Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra ise yeniden göreve atanarak yirmi yıl daha vazife yaptığını belirtir.

Bütün bu okumalar dahi İttihad ve Terakki Cemiyeti içinde ciddi bir Yahudi varlığının işaretidir. Öte yandan yazarın Karasso'dan bahsederken "Yahudi/Mason cephesi"ne vurgu yapması da anlamlıdır. Yazar her ne kadar İTC'de Yahudi/Mason ağırlığının fazla olmadığını savunurken bahsettiği isimler dikkat çekicidir. Şayet bahsi geçen isimler incelenip, araştırılırsa Osmanlı'nın yıkılmasında Yahudi/Mason ittifakının dahli daha belirgin bir biçimde ortaya konulabilir...

* İkinci Meşrutiyet'in İlânının 100. Yılı, (Paul Bessemer, Osmanlı Yahudi Cemaati ve 1908 Devrimi), Vehbi Koç Vakfı- Sadberk Hanım Müzesi, İstanbul 2008, s. 30- 35.

Fahri Güven
Araştırmacı Yazar
22 Şubat 2009

Bizim için her gün anneler günü, annemizi herkesten çok seviyoruz...

Bizim için her gün anneler günü, annemizi herkesten çok seviyoruz...

Bizim için HER GÜN annemizin, ailemizin günü!

Annemizin değerini serbest piyasaya düşürmeyeceğiz!

İnsanların kalbi ve ailevi duygularını sadece maddi kâr amacı ile, onu da senede bir hatırlatan böyle bir düzenin yanlış olduğunu bile bile, sırf kalabalık psikolojisine ayak uydurmak adına bu gaflete düşmeyeceğiz...

Biz annelerimizin ayakları altından cennete ulaşmak mücadelesi vermeye devam edeceğiz ve böyle art niyetli günlere itibar etmeyeceğiz... Duruş sergileyecek, tâbi olan değil, tâbi olunan olacağız...
İnanan bizlere yakışanı da budur...

"İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir",Mecliste Kesilecek Kafalar

"İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir",Mecliste Kesilecek Kafalar- Mustafa Kemal Atatürk

1 Kasım 1922 günü, Meclisteki müzakerelerden sonra, takrir, müşterek bir encümene havale edildi. Encümendeki bazı hocalar Hilafetin saltanattan ayrılamayacağı fikrini müdafaa etmeye başladılar.

Müzakerelerin fazla uzayacağını anlayan Mustafa Kemal, Encümen Reisinden söz aldı ve önündeki sıranın üstüne çıkarak, yüksek sesle şu beyanatta bulundu;

"Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez, Hakimiyet, Saltanat kuvvetle, kudretle zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına, vazıulyed olmuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi.

Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatı, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor.

Bu bir emrivakidir.Mevzuubahis olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız? meselesi değildir.

Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir.Bu, behemehal olacaktır.

Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi taktirde,

hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. FAKAT İHTİMAL BAZI KAFALAR KESİLECEKTİR."


Mustafa Kemal in bu beyanatı ve yaptığı tarihi açıklamalardan sonra, müşterek encümenin hilafetin saltanattan ayrılması için hazırladığı kanun tasarısı Büyük Millet Meclisinden kabul edildi.(1 Kasım 1922)


Gazi' nin Hayatı "Maarif Kitaphanesi s:126"

MİHRİMÂH SULTAN (Kanuni'nin Hayırsever Kızı)

MİHRİMÂH SULTAN (Kanuni'nin Hayırsever Kızı)

Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, dînine bağlılığı ve hayırseverliliği ile meşhur kızı. Annesi, Haseki Hürrem Sultan’dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Annesi tarafından İslâm terbiyesi üzere yetiştirildi. Evlenme çağına gelince, Enderûn’da yetişen zekî ve kabiliyetli Diyarbakır beylerbeyi Rüstem Paşa eş olarak seçildi. Düğünleri 11-26 Kasım 1539 târihinde kardeşleri Şehzâde Bâyezîd ve Cihângir’in sünnet düğünleri ile birlikte yapıldı. Bu izdivacdan Ayşe Hanım Sultan adında bir kızı ile iki oğlu oldu. Mihrimâh Sultan 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye’deki babasının türbesine defnedildi. Zevci Rüstem Paşa ise Şehzâde Câmii türbesinde medfûndur.

Dînine bağlılığı ile tanınan Mihrimâh Sultan, bütün servetini hayır işlerine tahsîs etti. Mîmâr Sinân’a kendi adı ile anılan İstanbul’da Edirnekapı Câmii ile Üsküdar’da İskele başındaki câmiyi yaptırdı. Ayrıca Mekke-i mükerremede Ayn-ı Zübeyde (Zübeyde su kaynağı) te’sislerini tamir ettirdi.

Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii: Külliye hâlinde olup; câmi, medrese, imâret, tabhâne ve sıbyan mektebinden meydana gelir. Bu geniş külliyeden zamanımıza câmi, medrese ve sıbyan mektebi ulaşmıştır. Sıbyan mektebi bugün çocuk kütüphânesi olarak kullanılmaktadır. Medrese ise sağlık merkezi olup, pek çok değişiklikler yapılmıştır.


1548 yılında bitirilen câminin inşâatına hangi târihte başlandığı kesin olarak bilinmemektedir. Câmi, 27,30 x 21,80 metrelik bir sahaya oturtulmuştur. Yapının kanatları ve mihrâb tarafı yarım kubbelerle beslenmiştir. Çapı 11,40 metre, merkezi 24,20 metre yüksekliğinde olan ana kubbe, dört kollu ayaklara binen sivri kemerlere oturur. Kıble duvarının köşelerinde, küçük kubbeler vardır. Son cemâat yerinin iç revakı yüksek ve beş kubbelidir. Bunun denize bakan tarafında güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Câminin kuzey köşelerinde ise, tek şerefeli iki minaresi vardır. Bunların her ikisinin kapısı son cemâat yerine açılır. Câminin kitabesinde özetle şunlar yazılıdır:

“Bu câmi-i şerîf, hakanlar hakanı şark ve garbın sultânı, yeryüzünü adâletle ve emniyetle mâmur eden, ehl-i îmân için emniyet ve eman te’min eden sultan oğlu sultan Selîm Han’ın oğlu sultan Süleymân Han’ın kızı hayırlar ve iyilikler sahibi Hanım Sultan -Allahü teâlâ onun iyiklerini ziyâde eylesin- tarafından H. 954 senesi, Zilhicce ayında yaptırılmıştır.”

Edirnekapı Mihrimâh Sultan Câmii: Yanında çeşme, medrese ve haman olup, külliye halindedir. Câmi, şehrin en yüksek, en hâkim yerlerinden biri olan Edirnekapı’da 1562-1565 yılları arasında yapıldı. Kubbe yüksekliği 37 metre olup, tek minarelidir. Külliye, 1714 ve 1894 yıllarındaki zelzelelerde zarar görmüş, sonradan tamir edilmiştir.
-------------------------
1) Pâdişâhların Kadınları ve Kızları; sh. 38
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 101
3) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1314
4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4500
5) Târih-i Solakzâde; sh. 534

CEM SULTAN ( Fatih'in Oğulları Taht Kavgasına Düştü )

CEM SULTAN ( Fatih'in Oğulları Taht Kavgasına Düştü )

Fâtih Sultan Mehmed Han’ın küçük oğlu. 23 Aralık 1459 günü Edirne Sarayı’nda doğdu. Annesinin adı Çiçek Hâtûn idi. İlk terbiyesini saray hocalarından ve annesinden aldı. Fikrî terbiyesi ve tahsîli için beş yaşına geldiğinde bir hoca tâyin edildi. Dokuz yaşına geldiğinde, Kastamonu sancakbeyligine gönderildi (1469). O devirlerde şehzâdeleri küçük yaşlarından îtibâren Anadolu vilâyetlerine göndermek usûldendi. Yanlarına vezirlerden biri, lala sıfatıyla verilir ve bu suretle idarî işler öğretilirdi. Cem Sultan, Kastamonu’da dört sene kaldı. Bu süre zarfında ilim ve edebiyat tahsiliyle meşgul oldu.

1474’de büyük ağabeyi şehzâde velîahd Mustafa’nın vefâtı üzerine Karaman beylerbeyliğine gönderildi. İdâri işlerin yanında tahsîline devam etti. Beraberinde lalası Gedik Ahmed Paşa’dan başka, Frenk Süleymân, Hâtibzâde Nâsuh, Defterdâr Ahmed, Sofu Hüseyin ve Çâşnigirbaşı İlyas, Şirmerd Ağa gibi şahsiyetler ile bâzı Türk, Rum ve İtalyan olan tanınmış ilim adamları vardı. Bunların hepsi siyâset, ilim, şiir, sadâkat ve fazîletleriyle bilinen ve tanınan kişilerdi. Cem Sultan, altı seneden fazla kaldığı Konya’da, bu zâtların her birinden çeşitli ilimler öğrendi. İlk şiirlerini burada yazdı. Konya yılları, maddî ve manevî terbiyesi bakımından gerçek bir mektebdi. İlim tahsîline devam etmekle beraber, ata binmekte ve her türlü silâhları kullanmakta büyük maharet kazandı. Sağlam yapılı bir genç olan Şehzâde Cem’e, Karaman eyâleti halkı muhabbet ve sevgi besledi. Harabe hâlindeki Lârende’de; saray, bedesten ve çarşı yaptırmak suretiyle geniş îmâr faaliyetlerinde bulundu.

1481 senesinde babası Fâtih Sultan Mehmed Han, Gebze’de hastalanarak vefât ettiği zaman, Cem yirmi üç, ağabeyi şehzâde Bâyezîd ise otuz dört yaşında idi. Her iki şehzâde de iyi yetişmişti. Cesur ve hareketli olan Cem Sultan daha çok seviliyordu. Babası da çok sevdiğinden, Kânûnnâme-i âl-i Osman’da şehzâdelere yazılacak hükümlerin lakapları bahsinde; “Vâris-i mülk-i Süleymânî... Oğlum Cem...” diye yazdırmıştı. Yeniçerilerin baskısıyla daha önce haber verilen Şehzâde Bâyezîd, İstanbul’a gelerek tahta geçti. Aradan çok geçmeden durumu öğrenen Cem Sultan, bâzı teşvikçilerin tavsiyeleri ile saltanat iddiasında bulundu. Etrafına asker toplayarak Bursa üzerine yürüdü. Karşısına çıkan Ayas Paşa kumandasındaki kuvvetleri bozguna uğrattıktan sonra Bursa’ya girdi. Kendisini sultan îlân edip, adına para bastırdı, hutbe okuttu ve on sekiz gün saltanat sürdü.

Etrafına oldukça mühim bir kuvvet toplamaya muvaffak olan Cem Sultan, mücâdelesine devam etmekte kararlı idi. İki ordu, 20 Haziran 1481 günü, Yenişehir ovasında karşılaştı. Gedik Ahmed Paşa’nın sultan Bâyezîd tarafına geçmesi üzerine, Cem Sultan savaş meydanını terk ederek Konya’ya doğru geri çekildi. Bu çekilme esnasında geçirdiği bir kaza sonucunda ayağından yaralandı. Konya’da ancak üç gün kalabilen Cem Sultan, annesini, hanımını ve çocuklarını yanına alarak şehirden ayrıldı. Tarsus, Antakya, Haleb yoluyla Mısır’a gitti. Arkasından yetişenlerle, maiyyetinin sayısı üç yüzü buluyordu. Kâhire’ye girişinde sultan Kayıtbay tarafından merasimle karşılandı. Mısır sultânı; “Sen benim oğlumsun” diye Şehzâde’yi tesellî etti ve çok yakınlık gösterdi. Cem Sultan 20 Aralık 1481’de hac farîzasını yerine getirmek üzere Mekke’ye gitti. 12 Mart 1482’de Kâhire’ye döndü.

Bu arada eski Karaman beyi olan Kasım Bey ve Ankara sancakbeyi Trabzonlu Mehmed Bey’den, halkın sultan Bâyezîd’den yüz çevirdiği, kendisini beklediğini yazan mektuplar aldı. Kasım Bey’in gayesi, Karaman Beyliği’ni yeniden kurmaktı. Bu durum üzerine yeniden ümîde kapılan Cem Sultan’ın Konya ve Ankara harekâtları başarısızlıkla neticelendi, önce Akşehir’e, sonra da Kasım Bey ile birlikte Taşeli’ne çekilmek mecburiyetinde kaldı. Kendisini tâkib ederek Konya Ereğlisi’ne gelen sultan İkinci Bâyezîd’le yeniden müzâkerelere girişti. Ancak bu müzâkereler de, diğerleri gibi neticesiz kaldı. Çünkü, onun Kudüs’de oturmasını teklif eden sultan Bâyezîd’e karşılık, Cem Sultan Osmanlı topraklarında hâkim olacağı bir bölgenin kendisine verilmesi hususunda ısrar ediyordu. Kasım Bey’in teşviki ile Rumeli’ye gitmek için, Rodos şövalyelerine müracaat etmeye karar verdi. 29 Temmuz 1482 günü, Rodos limanında karaya ayak bastı. Artık, talihsiz şehzâde için, on iki sene yedi ay sürecek ve sonu ölümle bitecek olan acı gurbet hayâtı başlıyordu.

Rodos şövalyelerinin reisi olan Pierre d’Aubusson, daha önce imzaladığı bir senette Cem Sultan’a istediği zaman Rodos’tan ayrılabilme hakkı tanımıştı. Ancak verilen bu sözü çabuk unutuldu. Şehzâde’yi elde tutmakla; sultan Bâyezîd Han’a istedikleri yolda andlaşma yapmaya ve adalarını Osmanlıların fethinden kurtarmaya, aynı zamanda para koparmaya muvaffak olabileceğini umuyordu. Fakat Sultan’ın müdâhalede bulunabileceğini düşünen şövalyeler, Cem’in Rodos’ta kalmasına fazla izin vermediler. Cem Sultan otuz dört gün Rodos’ta kaldıktan sonra, Eylül ayının ilk günü, Fransa’ya gönderilmek üzere üç yüz kişilik maiyyeti ile birlikte yola çıkarıldı. Sıkıntılı geçen deniz yolculuğu kırk altı gün sürdü ve Nis’de karaya çıktı. Şehrin güzelliği dikkatini çekti, gönlünü dindirip, acılarını unutmak için Türkçe, Farsça şiirler yazdı. Bu şiirlerinden birinin bir beyti şöyledir:

Acâib şehr imiş bu şehr-i Nîs’te;
Ki kalur yânına her kim ne itse.

Buradan Chamber ve Rumilly kalelerine nakledildi. Rumilly’de iken Savua dükası birinci Carlo, Cem Sultan’ı şövalyelerin elinden kurtarmaya çalıştı ise de, durumu öğrenen şövalyeler, Cem’i, Puet şatosuna götürdüler.

Kardeşi Cem Sultan’ın Avrupa’ya gitmesi ve hıristiyanların eline geçmesi, ikinci Bâyezid Han’ı çok zor durumda bıraktı. Buna rağmen hânedânın şerefini korumaya dikkat etti. 7 Aralık 1482 günü şövalyelerin reîsi ile bir andlaşma imzaladı. Bu andlaşmaya göre, her senenin 1 Ağustos günü kardeşinin masraflarına karşılık kırk beş bin duka altın ödeyecekti.

Bu sırada Cem, milletlerarası önemli bir mes’ele hâline geldi. Papa, Fransa, Napoli ve Macaristan kralları, Memlûklü sultânı, Venedik doçu; Cem Sultan’ı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Memlûklü sultânı Kayıtbay, Cem’i vermesi için Fransa kralı on birinci Louis’e bir milyon duka altını ödeyeceğini bildirdi. Fakat papa, şehzâde’nin ancak Roma’da muhafaza edilebileceğini söyleyerek, yeni bir haçlı seferi için ancak kendisinin Avrupa’yı ayağa kaldırabileceğini söylüyordu. Bu arada Sultan’ın, on birinci Louis’e gönderdiği elçi Hüseyin Bey, Savua’dan geçerken Cem’le görüşmek istedi ise de izin verilmedi. 30 Ağustos 1483 senesinde kral Louis ölünce, Şehzâde’yi muhafaza etmek zorlaştı. Bu durum karşısında şövalyeler, Cem Sultan’ı Sassenape Şatosu’na götürdüler.

Şövalyeler her taraftan gelen tehdîdlerden bıkıp usandıkları için, Şehzâde’yi; yüklü bir para karşılığında, Macaristan kralı Matthius’a teslim etmeye karar verdiler. Bu duruma Venedik şiddetli şekilde karşı çıktı. Avrupa devletleri, Cem’e sâhib olabilmek için birbirleri ile savaşacak kadar ileri gittiler. Sultan Bâyezîd Han, kardeşinin papaya teslim edilmesini istemiyordu. Zîrâ şimdiye kadar düzenlenen bütün haçlı seferleri dâima papanın teşebbüsü ile olmuştu. Sultan, 1488 senesi sonlarında Fransa kralı sekizinci Charles’e, kardeşini hiç bir siyâsî teşebbüse âlet etmeden muhafaza ettiği takdirde, yıllık 50.000 duka altın ödeyecekti. Kral sultan Bâyezîd’in teklifini kabul etmek istedi ise de, şövalyeler 5 Ekim 1488’de Şehzâde’yi teslim etmek için papa ile anlaştılar. Cem Sultan’ın, Alman imparatorluğu’nun eline düşmesi ihtimâli olduğunu fark eden Fransa, bu durumda onun papa tarafından himaye edilmesini kabul etti.

Fransa’dan yola çıkan Cem Sultan ve maiyyeti, Mart 1489’da Roma’ya vardı. Papa sekizinci İnnocent, merasim elbiselerini giymiş vaziyette Vatikan Sarayı’nın kabul salonunda Cem Sultan’ı ayakta karşıladı. Merasimde, Roma’daki elçilerle papanın kardinalleri de hazır bulundular. Daha önce protokol görevlileri, imparatorların bile papanın ayaklarını öptüklerini, kendisinin biraz olsun eğilmesini istediler. Düşman elinde esir olmasına rağmen asalet ve vakarından asla tâviz vermeyen Cem Sultan; “Dediğiniz kimseler papadan mağfiret umdukları için ayaklarını öperlermiş. Hâlbuki ben, mağfireti yalnız Allah’ımdan bekler ve umarım. Bu hususta papaya hiç bir ihtiyâcım yoktur, ölüme razı olurum, dînime ihanet etmem ve ona zarar verecek bir harekette bulunmam. Ben, aranıza ahid ile gelmiş yalnız bir kimseyim. Bunca müddettir beni zulm ile hapsettiniz! Nihayet; “Seni papa davet ediyor” diyerek buraya getirdiniz. Artık bundan sonrasını nasıl isterseniz öyle yapınız” dedi ve doğru papanın yanına gitti. Papa da boynuna sarılarak onu kucaklayıp öptü. Cem’in ikâmetine, sarayın geniş dâirelerinden biri tahsis edildi. Durumu öğrenen sultan Bâyezîd, bir elçi ile kardeşinin bakımı ve masrafları için kırk bin altın gönderdi.

1492 senesi Ağustos ayında Papa innocent’in ölümü ile yerine altıncı Alexander geçti. Papa Alexander, üç yüz bin altın verildiği takdirde Cem’i öldürebileceğini bildirdi. Bâyezîd Han bu teklifi kabul etmedi. Bu durumu öğrenen Fransa kralı sekizinci Charles, İtalya’ya girdi. Papa, Fransız ordusunun üzerine geldiğini öğrendiği zaman, Cem Sultan’ı kendi hazînesinin saklı bulunduğu kaleye hapsetti (1494). Fransa kralı, Roma’yı kuşattı. Bir süre sonra Papa, Fransa kralı ile görüştü. Fransa kralı, Cem Sultan’ı istediğini, sulh şartlarının arasına koydu. Papa, bu isteği kabul etmek mecburiyetinde kaldı.
Fransa kralı sekizinci Charles, Cem Sultan’ı ve maiyyetini alarak, Fransa’ya gitmek üzere 1495 senesi başlarında yola çıktı. Kafile, San Germano şehrine geldiğinde Cem Sultan rahatsızlandı. Bir müddet sonra, hastalık daha da ilerliyerek, yüzü ve boynu şişti. Artık ata binecek hâli kalmadığından sedye ile taşınıyordu. Cem Sultan bu hâlde bile, dâima; “Yâ Rabbî! Eğer bu kâfirler beni bahane edip müslümanlar üzerine yürürlerse, beni o günlere eriştirme, canımı al!” diye duâ ediyordu. Nihayet 25 Şubat 1495 Çarşamba sabahı, şehâdet getirerek ruhunu teslim etti. Cem Sultan o sırada 35 yaşlarında idi.
Cem Sultan’ın hastalık veya zehirlenme neticesinde öldüğüne dâir muhtelif rivayetler vardır. Osmanlı müellifleri genellikle, papa tarafından gönderilen bir berberin zehirli ustura ile şehzâdeyi traş ettiğini ve ölümüne sebeb olduğunu bildirmektedir. Haberin İstanbul’a ulaşmasından sonra, sultan Bâyezîd’in emriyle dükkanlar çarşılar kapatıldı, fakirlere para dağıtıldı. Ülkedeki bütün câmilerde gâib cenaze namazı kılındı.

Cem Sultan’ın ölümü kimseye haber verilmeden, cenazesi, adamlarından kapıcıbaşı Sinân Bey ve Celâl Bey tarafından yıkandı. Sonra kendi tülbendi ile kefenlenip, orada bulunan altı-yedi kişi tarafından cenaze namazı kılındıktan sonra, ölüm haberi çevreye duyuruldu. Na’şı, kurşun bir tabuta konarak sarayın bahçesine defnedildi. Cem Sultan’ın tabutu, 1499 senesi Ocak ayında İstanbul’a getirildi. Bursa’ya götürülerek büyük ağabeyi Mustafa’nın yanına defnedildi.
Cem Sultan, vefât etmeden önce maiyyetindeki beyleri yanına çağırarak bir vasiyyet-nâme hazırlatmıştı. Vasiyyet-nâme şöyle idi: “Allahü teâlânın emri vâki olduğu zaman, haberi kardeşime bildiresiniz. Ne vech ile olursa olsun, benim tabutumu kâfir memleketinde komasın! Ehl-i İslâm memleketine çıkarsın ve bütün borçlarımı ödesin. Annemi, kızım ve diğer yakınlarım ile hizmetimde bulunan adamlarımı himaye eylesin.” Sultan Bâyezîd, kardeşinin bu vasiyyetine uyup, adamlarının her birine me’mûriyet vererek gönüllerini aldı.

Cem Sultan, şâir ve edîb ruhlu bir zât idi. Avrupa’da bulunduğu müddetçe Fâtih Sultan Mehmed’in oğluna yaraşır şekilde hareket edip, herkesin takdir ve sevgisini kazanmıştı. İsmi bütün Avrupa’da şöhret buldu. Cem Sultan uzun boylu, tıknaz, hafif sakallı, vakur ve çevik bir gençti, ölçülü ve ağır davranışlı idi. Sözünün eri, atılgan bir insandı. Fransa kralı sekizinci Charles ile ilk görüşmelerinde yanlarında bulunan Sanuto, Cem Sultan’ın müthiş bir harb adamı olduğunu anlayarak; “Bu Şehzâde’nin Osmanlı tahtına geçmeyişi, hıristiyan âlemi için Allah’ın bir lütfudur” demekten kendini alamamıştır.
Cem Sultan, şiirde Bursalı Ahmed Paşa’nın te’sirinde kalmıştır. Böyle olmakta beraber taklitçi bir şâir değildir. Gurbette bulunduğu senelerde içli şiirler yazmıştır. Şiirlerinin bir kısmında lirizm hâkimdir. Gazellerinde gezdiği memleketlere âid izlerden başka, hacca dâir sık sık îmâlar, hac ıstılahları ile yazılmış mazmunlar vardır. Şiirinde yer yer kendisinden bahseder. Ayrıca; Şeyh, Necâtî ve Nizâmî’nin te’siri de görülür. Farsça’yı çok iyi bilirdi. Zamanına kadar yetişen büyük İran şâirlerini çok iyi tanıyan Cem Sultan, bunlardan istifâde ederek, birçok nazireler de yazmıştır. Türkçe ve Farsça olmak üzere iki dîvânı vardır.

Cem Sultan, bilim ve san’at adamlarını yanından ayırmadığı için, şâirlerden bir kısmı gurbet hayâtında bile onu yalnız bırakmamışlardır. Yanından ayrılmayan; Sa’dî, Haydar, Sehâî, La’lî, Kandî, Şahidi adlı şâirlere; Cem şâirleri adı verilmiştir. Bunların en tanınmışı Cem Sa’dîsi diye bilinen Sa’dî’dir.
Cem Sultan’ın Dîvân’ından bir bölüm aşağıdadır:

Ne-durur Hakk’a toğru varmağa râh
Himem-i lâ-ilâhe illallah
(Hak teâlâya doğruca varmak için yol nedir dersen; lâilâhe illallah kelime-i tevhidinin himmeti olduğunu söylerim.)

Zahm-ı küfre odur şifâ-yı edeb
Merhem-i lâ-ilâhe illallah
(Küfür yarasına devamlı deva da, lâ ilâhe illallah sözünün merhemidir.)

Dil ü cân bağını kılur taze
Şebnem-i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah kelimesinin şebnemi yâni çiy damlası, gönül ve cân (rûh) ülkesini (bahçesini) taptaze eder.)

Kim olursa olur Huda’ya karîb
Hemdem-i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidi ile arkadaşlık eden kim olursa olsun, Allahü teâlâya dâima yakındır.)

Sahn-ı câna safâ virür ise
Kadem-i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah sözünün devamlılığı cân ülkesine aydınlık ve neş’e verir, safâlar getirir.)

Kangi kalbe yazılsa da pür-nûr
Rakam-i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah yazısı hangi kalbe yazılırsa nurlara gark olur.)

İns ü cânn râm ola ele girse
Hatem-i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah yazılı o mühür hangi ele geçerse insanlar ve cinler, onun kölesi olurlar.)

Uludur on sekiz bin âlem
Alem-i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah bayrağı on sekiz bin âlemden daha yüksektir.)

Toludur cümle âsmân ü zemîn
Ni’âm-i lâ-ilâhe illallah
(Bütün yerler ve gökler lâ ilâhe illallah sözünün nimetleri ile doludur.)

Râh-ı Hakk’a delil olup iledür
Bu Cem’i lâ-ilâhe illallah
(Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidi, Hak yolunu göstererek, Cem Sultan’ı Allahü teâlâya ulaştırır.)

BENİ O GÜNLERE ERİŞTİRME!..
Papa bir gün Cem Sultan’la sohbet ederken, ona, kendi dîninden ayrı bir memlekete ne için geldiğini sorunca, teessüre kapılan Cem; “Maksadım başka bir memlekete iltica etmek değildi. Rumeli’ye geçebilmek gayesiyle Rodoslulardan yol istedim. Muvâfakatlarını alarak Rodos’a gel’dim. Fakat onlar söz ve yeminlerine sadâkat göstermeyip, beni yolumdan alıkoydular ve bana yedi yıldır hapis hayâtı yaşattılar. Böylece lâyık oldukları nâmerdliklerini gösterdiler. Şimdi ise sizin huzurunuzdayız. Artık Mısır’a gidip ailemle beraber olmaktan başka bir emelim kalmadı” dedi. Papa, Cem Sultan’ın üzüntüsüne iştirak etmiş gibi görünüp onunla birlikte gözyaşı döküp, hakikatte onu âlet ederek Osmanlılar üzerine bir haçlı seferi açmak emelinde olduğundan, Macaristan’a gitmesini tavsiye etti. Bunun üzerine Cem Sultan; “Şimdi ben size uyarak Macaristan’a varacak olursam, Macar askerleri ile birlikte ehl-i İslâm üzerine yürümem îcâb edecektir. Bu takdirde de din düşmanları ile birleştiğim için, İslâm âlimleri benim küfrüme hükmedecektir. Hâlbuki ben dînimi, Osmanlı memleketi için değil, bütün dünyâ saltanatı için bile vermem” dedi. Papa, Şehzâde’nin bir türlü yola gelmediğini ve gelmeyeceğini anlayınca, latince ağır bir cümle kullandı. Cem Sultan’ın aynı dil ile karşılık vermesi, papayı mahcûb etti. Bin bir özür dileyerek ve gönlünü alarak kaldığı yere gönderdi. Cem Sultan bu hâdiseden sonra elini Hahk’a her açtığında; “Yâ Rabbî! Eğer bu din düşmanları, benim varlığımla müslümanların üstüne saldırmaya kalkışacaklarsa, beni o günlere eriştirme ve en kısa zamanda canımı al” diye duâ etmeye başladı.

Cem Sultan, çoğunlukla Roma sokaklarında üzüntülü bir hâlde dolaşır ve rast geldiği fukaraya bol bol sadaka dağıtırdı. Bunu görenler, onun hıristiyanlığa meyyal olduğunu sandılar. Cem Sultan’ın iyilikseverliği, papanın kulağına gitti. Bir sohbet esnasında papa, bu durumu son derece takdir ettiğini söyledi ve Cem Sultan’ı hıristiyanlığa davet ederek; “Eğer bizim dînimize girersen, Mısır’dan oğlunu getirtir, ona kardinallik veririm” dedi. Papa’nın bu teklifinden son derece müteessir olan Cem, gözlerinden acı yaşlar dökerek; “Ben sizden Mısır’a gitmek istedim. Siz bana bâtıl yolu gösteriyorsunuz. İtikâdımca, hak olan, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bana kardinallik ve papalık değil, bütün dünyânın saltanatını verseler yine dînimden dönmem. Bu gibi teklifler bize sâdece ezâ verir. Eğer size bu cesareti veren, bizim Hıristiyan fukarasına merhamet gösterişimiz ise, biliniz ki bizim dînimizde fukaraya yardım hususunda müslüman ve Hıristiyan ayırımı yapılmaz” cevâbını verdi. Cem Sultan’ın bu sözlerini orada bulunanlar da takdir ettiler. Papa ise, Cem’i kırdığını anlayıp özür diledi.

-----------------------------------------
1) Vâkıât-ı Cem (İstanbul-1330)
2) Kâmâs-ül-a’lam; cild-3, sh. 1830
3) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 40
4) Sultan Cem (Ahmed Refik, İstanbul-1924)
5) Türk Şâirleri; cild-3, sh. 960
6) Tezkiret-i Latifi; sh. 188
7) Münşeât-üs-selâtîn; cild-1, sh. 291
8) Bedâyi-uz-zuhûr; cild-3, sh. 380
9) Djem Sultan (L, Thuasne; Paris-1892)
10) Şakâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 285
11) Tevârih-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazade); sh. 221
12) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 658
13) Sultan İkinci Bâyezîd’in Siyâsî Hayâtı; sh. 23
14) Cizyedârzâde Târihi (Ahmed Bahâüddîn, Millî Kütüphâne, Mikrofilm No: 287); vr. 257
15) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-3, Sh. 251
16) Türk Klasikleri; cild-2, sh. 181
17) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 199
18) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 615
19) Sultan Cem (İsmâil H. Ertaylan;İstanbul-1951)
20) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 122
21) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-1, sh. 45
22) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 357
23) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 139

Bu ay öne çıkanlar