2011-11-27

Mehmet Akif Ersoy'un Kur'an-ı Kerim'i Tercüme Etmek Hususunda En Çok Korktuğu şey Neydi?

Mehmet Akif Ersoy'un Kur'an-ı Kerim'i Tercüme Etmek Hususunda En Çok Korktuğu şey Neydi?



Kur'an-ı Kerim'in Türkçe meâli ile İRŞAD değil İFSAD (Fesat-bozgunculuk) yapılacaktı... Ben, bir ara, Akif Bey'in çekingenliğini yersiz buldum. Bu hâli onun taassubuna hamleder gibi oldum. Yanımızda bermutad Basri Bey de vardı. O serinkanlı Akif Bey canlandı ve içini şu yolda boşalttı: "Oğlum, sen bu işi basit mi sanıyorsun? Tercümesi istenen eser roman değil, beşeriyetin (insanlığın) içtimaî(sosyal) mihverini değiştiren Kur'an'dır. Herhangibir ifade ve ibarenin bile her tabirinde, hatta her kelime ve harfinde -dilbilgisi bakımından- tasrih ve teşmil, ta'rif ve tenkir gibi incelikler vardır. Meselâ Kelâmullah'a gelince, ondaki eslâftan hikâyeleri ve ahlâka ibret tavsiyeleri, emir ve nehiyleri, temsil ve tenzihleri, tebşir ve tenzirleri, vaad ve vaidleri, tergib ve terhibleri başka bir dil ile söylemek mümkün mü?"

Akif bey bu zemindeki sözüne devamla asıl korktuğu akibeti de açıkladı: "Dahası var: Tefsîrsiz ve izahsız tercümeyi eline geçirenlerden bazı mızrak kafalı cüretkârlar türeyecek; "Kur'an'ın mânâsını -Arapça bilmediğimiz için- anlayamıyorduk amma işte tercümesi meydanda. Bizim de akıl ve idrakimiz, bizim de yeter derece kiyaset ve siyasete vukûfiyetimiz var" diyerek pis pabuçlarıyla mindere, minbere çıkacaklar ve oradan vaaz edecekler, hutbeler (nutuklar) İradına yeltenecekler, İslâm'daki hakikî mânâ ve maksadı kavramadan irşad yerine ifsada kalkışacaklar. Öyle küstahların önüne ne ile ve nasıl geçilir?"
(Ruhi Naci Sağdıç, 1958)

*****
(Mehmet Akif, planlanan oyunların farkına varınca Mısır'dan İstanbul'a çıktığı son seyahatinde "Dönmezsem Tercümeleri yakarsınız!" diye vasiyet etmiştir)

Hepsini yakıp kül ettik

Defterler hemen yakılacaktı! Karar kesindi. Ancak Mısır evlerinde ne soba var, ne de ocak... Böyle bir evrak sokakta da yakılamazdı. Aklımıza benim ev geldi. Evim Abbasiye semtinde, Şâri'ul-Ceyş'te 12 numaralı köşkün müştemilâtıydı. Bahçe içinde, küçük, müstakil bir ev. Geniş balkonunda yakma işini rahatlıkla yapabilecektik. Defterleri tomar halinde tekrar bağladık, merhum Mehmed İhsan Efendi'nin göz nuru döküp el yazısıyla naklettiği o ciltli kalın nüshayı da tomarlarla birlikte alarak beş kişi bir taksiye binip Abbasiyye'ye gittik. Evde bizden başka kimse yoktu. Balkona çıkardığımız büyük alimünyum çamaşır leğeninin içinde defterleri birer birer parçalayarak yaktık. Sanki görev, eksiksiz yerine getiriliyor mu diye birbirimizi kontrol eder gibiydik. O ciltli ikinci nüsha da dahil, elde en küçük bir parça kağıt kalmamacasına hepsini yakıp kül ettik. (İsmail Hakkı Şengüler, 1992)


******

Tüyleri ürperdi

Akif'in Arapça'ya vukufu, Türkçe'deki kudreti müsellem olduğu cihetle onun tercümesi ortaya konursa, müslüman halkın melhuz itirazları önlenmiş olurdu. Şimdi Yankılar muharririnin dediği gibi diyeceklerdi:"İşte en büyük lisan üstadınız, İslâm şâiriniz, din hocanız Akif değil mi? Onun tercümesine de birşey diyemezsiniz ya! Arapçası gibi Türkçesi de mu'ciz. Bundan sonra heryerde, camilerde ve namazlarda Kur'an diye yalnız bu eser okunacak! Hangi imam Arapça Kur'an ile namaz kıldınrsa, üç aydan üç seneye kadar hapis cezasına mahkûm olacak!" Koca Akif bunu sezdi; beyne'l-İslâm ne azîm bir fitneye alet edileceğini anladı. Tüyleri ürperdi ve bunun için tercümesini yaktırdı. Suikasda kurban olmaktan kendini kurtardı. (Eşref Edib, 1949)


******

( Mehmet Akif'in Kur'an Tercümesini yaktırmasının bir sebebi de, Kur'an'ın başka hiçbir lisana tercüme edilemeyecek derecede i'câzkâr (aciz bırakan) bir edebi üstünlüğe sahip  Allah kelamı olduğunu idrak etmiş olmasıdır)

Tercümemden utanıyordum
Akif son derece teessür ifade eden bir edâ ile son mektubumuza cevap veremediğinden itizar ederek Kur'an tercümesiyle iştigalini ve neticesini şöyle anlattı:

"Cevap yazamadığıma müteessirim, fakat mazurum. Çünkü Kur'an'ı tercüme edemedim.Hayır, tercüme ettim; hem bir değil, iki kere tercüme ettim. İlk tercümeyi yaptım, hiç beğenmedim. Naîm merhumun hadîs tercümelerinde yaptığı gibi kavis içinde muavin kelimeler kullanarak eksikliğini tamamlamak istedim, bu da olmadı. Bu da Kur'an-ı Kerîm'in aslındaki belagatını bozuyordu. Bazı kelimelerin ve umûmî surette edatların mukabillerinin bulunmaması, edebî birer vecize olan bazı cümlelerde olan o kısa ayetlerde müteaddid edatın içtima etmesi, tercümeyi imkânsız bir hâle koyuyordu.Kur'an'ın tam tercümesindeki imkânsızlık ne benim kusurumdu, ne de dilimizin. Ben tercüme ile meşgul olurken Farsça ve Fransızca tercümeleri de gördüm. Benim Türkçe tercümem onlardan yüksekti. Fakat bu nisbî yükseklik benim edebî zevkimi tatmin etmiyordu. Kur'an'ın nazmındaki i'cazkâr(aciz bırakan) belagata baktıkça hayranlığım artıyordu. Tercümemden utanıyordum. Birisi Allah'ın Kelâmı idi, öbürü Akif kulunun tercümesi. Bu vaziyette ben bu tercümeyi İslâm ümmetinin ve Türk milletinin eline nasıl sunabilirdim? Bu cihetle onu Mısır'dan getirmedim. Demir kasa gibi sağlam ve emin bir dostuma bırakıp geldim. Ben sağ kalırsam kısa notlar yazarak noksanları telafiye çalışacağım. Ölürsem ne yapılacağını o dostum bilir."
(Kâmil Miras, 1949)



Tarih ve Düşünce Dergisi 
 Kasım 1999 

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu ay öne çıkanlar