2011-12-31

“Karını boşa, ben alacağım!” Adnan Menderes

“Karını boşa, ben alacağım!” Adnan Menderes


Menderes’i tanıyalım.


İşte bir Adnan Menderes klasiği; bir çok kere evlilik dışı yasak ilişki(zina) yaşamış. Hem de devletin ve milletin paralarıyla bunlara evler de almış. Yetmemiş evli kadınlarla bile zina etmiş. Hem de kocalarının evde olduğu zamanlarda... Hem de resmi araçlarla, eskortlarla gitmiş bu zina törenlerine...


Günümüzde Tayyip Erdoğan’ın biz Müslümanlara çok büyük bir lider gibi gösterilmesi gibi o zamanlarda da Adnan Menderes halka kurtarıcı, büyük dava adamı gibi sevdirilmişti… Oysa Adnan Menderes hem aile bağları olarak Yahudi kökenliydi, Sabetaycıydı hem de yaşam tarzı olarak gayr-i İslami hatta gayr-i insani idi…


Artık ülkemizde Müslümanların popülist bakış açılı değerlendirmeleri bir kenara bırakıp gerçekçi bir tarih ve dava anlayışına sahip olma zamanı geldi de geçti bile…

_______


Genç bir kadın. Henüz 25 yaşında. Bir gece, bir davette başbakanla tanışıyor. Daha doğrusu başbakan onu uzaktan görüyor, elinden tutuyor ve bahçeye çıkarıyor. Sonra saatlerce dolaşıyorlar. Film gibi değil mi? Opera sanatçısı Ayhan Aydan ve Adnan Menderes’in tanışmaları aynen böyle cereyan ediyor... Ancak Ayhan Aydan, bu ilişkiyle ilgili adeta sessizlik yemini etmişti. Birkaç istisna dışında kimseyle konuşmamıştı. Bunlardan biri eski bakan, yazar Yılmaz Karakoyunlu’ydu. “Hatırla Sevgili” dizisinin danışmanlığını da yapan Karakoyunlu, uzun uğraşları sonucunda Ayhan Aydan’la bir dizi görüşmede bulunmuş ve edindiği bilgilerle “Yorgun Mayıs Kısrakları” romanını yazmıştı. Böylece biz de kendisiyle geçen hafta sonsuz bir suskunluğa gömülen Ayhan Aydan’ı yani Cumhuriyet tarihinin en gizemli kadınlarından birini konuşabilme fırsatı bulduk


Çok zeki, asil ve aranılan bir kadındı

Cumhuriyet tarihinin en gizemli kadınlarından biriydi Ayhan Hanım. Siz onunla tanıştınız. Nasıl biriydi?
Çok zekiydi. Sorduğum bir sorunun yanıtının başka hangi soruya varacağını tahmin eder, onu da kapsayarak konuşurdu. Müthiş bir gözlem yeteneği vardı. Hiçbir zaman gözü yaşlı olmadı. Yaşadıklarını anlatırken kendinden geçmedi. Vakur ve gururluydu. Ama en önemlisi olayları anlatırken, olayların içinde oturup çeperindekileri kendi etrafında döndürecek bir kabiliyete sahipti. Böyle bir kadından bir erkek çok hoşlanır. Çok da güzel bir kadındı. Tavırlarından da anlıyorsunuz ki her şeyiyle güzel bir kadındı. Ayrıca karşı tarafı kötüye kullanmayan... Ama darbe yemiş bir kadındı da. Bu darbe Adnan Bey’in diğer kadınla (Suzan Sözen) sürdürdüğü ilişkiydi...


Neden?

Adnan Bey, onunla tanışmadan önce de çapkındı. Hatta 1946’da dönemin derin devleti, Adnan Bey henüz başvekil değilken, çok iyi bir hatip, çok iyi muhalefet yapıyor diye “Nedir bu adamın hayatı, araştırın” demiş ve sevgilisi Mukaddes Hanım’la hangi saatte ne yapıyor öğrenilmişti. Bunlar devlet zabıtlarında vardır.


Ayhan Hanım, Menderes’in diğer ilişkilerini nasıl karşılıyor?
Çevresindekiler Adnan Bey’in ilişkilerinden onu haberdar ediyor. Ama Ayhan Hanım, Adnan Bey’i onu o kadar seviyor ki, “Yeter ki senden bir çocuğum olsun” diyor. Yani “Eşini boşa, beni al” gibi bir talebi yok. Şunu da unutmamak gerek; Türkiye’de başbakan sevmeye hazır, on binlerce değil yüz binlerce kadın bulursunuz. Türk kadını otoriteyi sever. 1950 koşullarında bir başbakanı sevmek ise fevkalade önemli bir hususiyet. Ayhan Hanım bunun da farkındaydı. Ama bu hiçbir zaman Adnan Bey’den bir şey talep etmek tarzında olmadı. Yani “Ahmet’i oradan al, buraya koy gibi.”


Her ne kadar Ayhan Hanım aşık olsa da bu çok zor bir ilişki. Onu bu ilişkide tutan ne?
Ayhan Hanım, o sırada 25-26 yaşında. Adnan Bey ellilerinde... Onun yanında yaşadığı mutluluğu çok iyi tarif edip Ayhan Hanım’a hissettiriyor. Mesela Ayhan Hanım “Küpem kayboldu” diye anlatmıştı; oturup saatlerce arıyorlar. Dikmen’deki gazino kapatılıyor, korumalar falan hep birlikte arabaların farlarını yakıp, küpenin taşını arıyorlar. Ayhan Hanım “Benimle beraber gözlerime baka baka aradı”
demişti.

Aşırı kıskançtı, şoförsüz sokağa çıkarmazdı

Tanışmaları da film gibi...
Öyle. Ziraat Bankası Umum Müdürü Mithat Dülge’nin düzenlediği davette tanışıyorlar. Kendisinin ifadesiyle, 1950 senesinin Ekim ya da Kasım’ı. Adnan Bey, kalabalığın içinden Ayhan Hanım’ı görüyor.
Yanında da Sakarya milletvekili Rıfat Kadızade var. “Kim bu?” diyor. O da “Mithat Bey’in yeğeni” deyince hiçbir şey demeden Ayhan Hanım’a doğru yürüyor. Tanışıyor, sonra da “Aaa, burada duman çok oldu” deyip elinden tutup bahçeye çıkarıyor. Gece boyunca dolaşıyorlar. Adnan Bey hiç elini bırakmıyor.


Hollywood çekse “Amma abartmışlar” deriz. Başbakan gelecek, genç kadını kalabalıkta görecek, elinden tutacak, herkesin ortasında bahçeye çıkıp, liseliler gibi dolaşacaklar...
Gerçekten öyle yazsanız kimseyi inandıramazsınız. Ama gerçek bu! O gece seni arayacağım diyor ve aramaya başlıyor. Kısa bir süre sonra da ona gri renk bir otomobil hediye ediyor. Şoförüyle... “Bundan sonra her yere bununla gideceksin” diyor. Çünkü Ayhan Hanım’ın sokak ortasında yürümesine müsaade edecek biri değil, aşikar bir kıskançlık değil bu, ama potansiyel olarak müthiş bir kıskançlık. Ben bu arabayı bir latife yaparak yüz görümlüğüne benzetirim.


Eşi Ferit önemli bir müzisyendi!

Ama bu arada sadece Adnan Menderes değil Ayhan Hanım da evli. Ünlü bir müzisyen olan (Türk Beşlileri’nden) Hasan Ferit Alnar’la...
Evet. Ayhan Hanım’ın annesinin evinde görüşüyorlar, ilişkilerini orada yaşıyorlar. Yani annesi evde oluyor. Bir-iki üç birliktelikten sonra Ayhan Hanım bunun bir başkasıyla evliyken cereyan etmesini hazmedemiyor. Durumu Adnan Bey’e açıyor “Boşanma talep edeceğim” diyor. Adnan Bey de “Sen beceremezsin, ben konuşurum” diyor ve onu kocasından istiyor. “Boşa ben alacağım” diyor.


Ferit Bey de çok önemli, değerli biri. Çok zor bir durumda kalmış...
Ferit Bey büyük adamdır. Ama dünyanın da en talihsiz adamıdır. Türk Beşlileri dediklerimizin hepsi devlet sanatçısı ilan edilmiştir; Ahmed Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses... Hepsi! Hasan Ferit Anlar hariç! Halbuki onun mesleki tecrübesi diğerlerinden çok daha yüksekti. Üstelik alaturka eğitim görmüş bir adamdı, Viyana’ya gönderilmişti. Kanun virtüözüydü.


Ferit Bey’den olan çocuğu da öldü

Ama Ayhan Hanım’la evli olmak gibi bir kadersizliği vardı...
Evet ve Ayhan Hanım’ın ondan çocuğu vardı. 15-16 yaşındayken Londra’da bir trafik kazasında öldü. Adnan Bey’in son yıllarına denk gelir ölümü. İlişkiye başladıklarında çocuk da 6 yaşındadır.


Ayhan Hanım’ın çocuğunun olması ilişkilerini nasıl etkiliyor?
Adnan Bey’in bulunduğu yerde çocuk görünmüyor. Ayhan Hanım’ın annesi çok dirayetli bir kadın... Doğması muhtemel bütün sıkıntıları önceden fark ederek önlem alıyor. Ayhan Hanım Adnan Bey’i çok sevdiği için ondan da çocuk istiyor. Adnan Bey bunu uzun süre reddediyor. Ama Ayhan Hanım hamile kalınca, biraz da geç söyler, “Doğur” diyor.

Bebekleri erken doğdu...

Doğan bu çocuk Bebek davasına konu oluyor?
Ayhan Hanım’ın kendisinden dinledim. “Çocuğun kolunu kırdılar” iddiasını sordum. “Doktorların yapabileceği bir şey yoktu. Hastanede olması gereken bir doğumdu, ben evde doğurmuştum” dedi. Erken doğum çünkü.

Hastaneye niye gitmiyor?
Hadisenin duyulacağını, Adnan Bey’in zedeleneceğini düşündüğü için. Olay Adnan Bey’e intikal edince o da Dr. Alaattin Bey’in yanı sıra en yakın arkadaşlarından Mükerrem Sarol’u da (o da jinekolog) haberdar ediyor. Zeynep Kamil Hastanesi’nin Başhekimi Fahri Atabey’i de. Gittiklerinde çocuğun yaşama şansı olmadığını görüyorlar. Kuvöz olsaydı bile. Çocuk yedi-sekiz saat yaşıyor. Ölünce kayda geçirmeden Cebeci Mezarlığı’na gömüyorlar, mezarın kaydını da sanırım Ayhan Hanım’ın ismiyle yazıyorlar.


Ayhan Aydan’ı bu kadar özel kılan ne? Yani hakkında roman yazmanızın, bizim bu röportajı yapmamızın nedeni?
İlişki içindeki duruşu ama en önemlisi Yassıada duruşmalarındaki tavrı. O davaya Ayhan Hanım’ı Adnan Bey’i aşağılamak için çağırdılar; “Bu adam seni zorluyor muydu?” diye soruyorlardı. Ama o, “Ben bu adamı sevdim” demişti. Bu yiğit bir ifadedir. İhtilal mahkemelerini karanlığa gömecek bir nur idrakinin cesur ve fedakâr iradesi. Deseydi ki “Gençtim, güzeldim, başbakandı, beni kandırdı” deseydi, orada biterdi Ayhan Hanım. Bir daha lafı bile olmazdı. Ne siz burada olurdunuz, ne de ben bunları anlatırdım.


Ayaklarını yıkardı...

Adnan Bey, çok da kıskançmış...
Hem de nasıl. Hanımefendinin anlattıklarını kendimde mahfuz tutarak, romanda hafifçe hissettirdim. Ama neredeyse şiddet gösterecek kadar.


Ailesini kaybetmiş bir hukuk fakültesi öğrencisinin Ayhan Hanım’dan yardım istemesi üzerine Adnan Bey’in “Kimdi o” diye başlayan şiddetini mi kastediyorsunuz?
Evet. Kadını “Sen nereye gidiyorsun” deyip çektiğinde elbisesi elinde kalıyor, yırtılıyor, neredeyse çırılçıplak kalıyor. Operadan istifa etmesini istiyor. Önüne istifasını hazırlayıp koyuyor.


Yani evinin kadını olmasını, onun için süslemesini, kimseyle görüşmemesini, eve geldiğinde de ayaklarını yıkamasını istiyor.
Adnan Bey Ayhan Hanım’ı evinin kadını gibi değerlendiriyor. Büyük sevdaların içinde başka koşullarda yadırganacak şeyler doğal bir görünüm kazanır. Adnan Bey’in ayaklarını yıkıyor olması gibi. Bunlar ayıplanacak şeyler değil.



Celal Bayar galalarına giderdi

Ayhan Hanım bu ilişkiden ötürü hiç mi gururlanmıyor?
Gururlandığı yerler var. Mesela “Benim primadonnası olduğum her operanın galasına cumhurbaşkanı geldi” derdi. Adnan Bey gelmiyor! Onun operada tek fotoğrafı yoktur. Ama Celal Bayar gidiyor. “Kulise gelir, yanıma oturur, elimi tutar, fotoğraf çektirdi” diye anlatmıştı. Yani cumhurbaşkanı bu ilişkiden haberdar; “Gideyim şu kızı bir de ben göreyim” diyor. Yanına alıp, oturtup, elini tutup gazetecilere “Çekin bakalım fotoğrafımızı” demesinin anlamı ise şu; “Bu kız benim başbakanıma layık bir değerdir!”


Biri hanım, diğeri o kadın!

Olanlar karşısında Berrin Hanım ne hissediyor sizce?
Bir rahatsızlık hissettiği şüphesiz. Ama bana bunu aileden biri söylemişti; Ayhan Hanım’ın bahsi geçtiğinde “Ayhan Hanım”, Menderes’in diğer sevgilisi Suzan Sözen’in adı geçtiğinde ise “O kadın” deniyor. Bu iki tanım arasında Lut gölü ile Everest tepesi kadar fark vardır. Oğluyla da konuştum, Aydın Bey’le parlamento arkadaşlığım vardı, bu ilişki hakkında en ufak imada dahi bulunmazdı. “Yaşanmış bir olaydır, tarafları ilgilendirir, her ikisi için de saygıdeğerdir” derdi. Bu da Aydın Bey’in olgun kişiliğini yansıtır.


Suzan Sözen bir şehvet fırtınasıydı

Suzan Sözen nasıl biriydi?
Lacivert gözlü bir kadındı. Bir kere Maçka’da gördüm. Bir haziran günü güneşin en yoğun olduğu saatte gökyüzü ne kadar maviyse gözleri o kadar mavileşiyor, gece bastığı zaman ne kadar lacivert olursa o kadar lacivert oluyordu. Çok güzeldi. Hafif göğüs çatalı göstermeye meraklıydı. Seksi görünen bir kadın havasından çok, sakin görünen bir şehvet fırtınasıydı. Çok güzel omuzları vardı. Dorothy Lamour’a benzerdi...


Suzan Hanım da evli değil mi? Onun da eşinin adı Ferit...
Adnan Bey’in çok enteresan bir yanı var. Bence bunu psikologların tahlil etmesinde fayda var. Beraber olduğu kadınların kocaları evdeyken bile onları ziyarete gidiyor. Düşünsenize Ayhan Hanım’a “Seni kocandan ben boşayacağım” diyor. Suzan Hanım’ın oturduğu Belveder Apartmanı’nına gidip zili çalıyor. Suzan Hanım, sokakta Adnan Bey’in arabasını gördüğünde de kocasına “Hadi Ferit sen arka odaya geç” diyor, o da geçiyor. Ferit dediğimiz İstanbul Emniyet Müdürü! Sizce bunun tahlil edilmesi gerekmez mi! Adam geliyor, evden içeri giriyor, eşi arka odaya gidiyor.


Sizce bunun nedeni ne? 

Benim Adnan Bey’in ilişkilerine yönelik bir rahatsızlığım yok. Bir tabiat kendini böyle ortaya koymuş. Ama kadının kocası oradayken gitmesi... Kadının kocasına “Sen arka odaya geç” demesi. Bu nasıl bir kadın? Mahkeme zabıtlarında vardır; savcı sorar; “Nasıl tanıştınız” diye. O da başlar anlatmaya; “Kocamı Bitlis’e tayin etmişlerdi. Bir arkadaşım da Adnan Bey’le temasımı temin etti. Adnan Bey beni aradı, geldi, bende kaldı, ertesi gün kocamın İstanbul’da kalması sağlandı...”

Bugünkü siyasetçiler ilişkileri ucuzlattı!

Eski siyasetçilerin ilişkileri ile bugün kasetleri çıkanlarınki arasında fark var mı?
Fatin Rüştü Zorlu’nun da birlikte olduğu bir Vuslat Hanım vardır. Bir büyükelçinin eşiydi. Kürşat Başar’ın “Başucumda Müzik” romanında bahsi geçen kadın... Tarihimizde böyle çok örnek vardır. Bugünkülere gelince...
Şimdikiler ucuza düştüler. Eskiden bir siyasetçi, üst düzey bir bürokrat vasfı olmayan bir kadınla birlikte olmazdı. Hepsi vasıflıydı kadınların. Ayhan Hanım opera sanatçısıydı!


Buket Aşçı
VATAN
01.03.2009

Adnan Menderes'te METRES boldu, evli-bekar fark etmezdi.

Adnan Menderes'te METRES boldu, evli-bekar fark etmezdi.

Çok büyük dava adamı olarak tanıtılan, sağ görüşün idollerinden biri haline getirilen, yıllarca dava gençliğine "büyük" olarak gösterilen Menderes'in fermuarı o kadar bozuktu ki...

____

ADNAN MENDERES’İN 55 YILDIR GİZLİ KALAN ‘MUKADDES’ EMANETİ

Ne muhafazakarlığı, ne de politikacılığı Adnan Menderes'i 'yasak aşktan' alıkoyabildi. Berrin Hanım'a rağmen başka kadınları da sevdi. İşte 55 yıl gizli kalan aşkın hikayesi, işte o aşka tanık mektuplar...

Ne muhafazakârlığı ne de politikacılığı Adnan Menderes’i ‘yasak aşktan’ alıkoyabildi. Berin Hanım’a rağmen başka kadınları da sevdi. Kimi Aydan Adan gibi günışığına çıktı. Kimileri ise ‘sır’ kaldı. Tempo, Adnan Menderes’in 1946 -1958 yılları arasında 12 yıl boyunca beraber olduğu Mukaddes Vaner’e yazdığı aşk mektuplarını buldu.
Adnan Menderes, Atatürk’ün yakın arkadaşı Vali Haydar Vaner’in kızı Mukaddes Hanım’la yaşadığı ilişkiye tam 100 mektup sığdırmış. TBMM antetli kâğıtlara eski Türkçe ile yazılan ‘aşk hasbıhalleri’ artık ‘mahrem’ olmaktan çıkıyor. Mukaddes Hanım’ın kızı Tülin Yalçınsu, Adnan Menderes imzalı aşk mektuplarını ‘meraklısına’ satmak istiyor.

Tutkun Akbaş/ Tempo Dergisi

“Adnan Menderes saat 09.25’te Tokatlıyan’dan çıkarak Tünel’de Markiz Pastanesi’nde kendisini beklemekte olan bir kadınla buluşarak, Asmalı Mescit, Şişhane yolu ile Atatürk Köprüsü’nü takiben Bozdoğan kemeri istikametinde yaya olarak bir gezinti yaptıktan sonra, aynı yoldan dönerek Atatürk Köprüsü başından 1557 sayılı taksi ile Şişhane yokuşu istikametinde gitmişlerdir. Bu kadının mühendis ölü Aziz Süver’in karısı, eski Konya valisi Haydar’ın kızı ve Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın baldızı Mukaddes olduğu ve İstiklal Caddesi’nde Olivo Pasajı’nda Merkez Olivo Apartmanı’nın 7 sayılı dairesinde iki çocuğu ve bir hizmetçisi ile oturduğu öğrenilmiştir.' Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü A. Demir imzalı Adnan Menderes’in her adımının izlenip kayda düşüldüğü raporun 24 Kasım 1946 Pazar tarihli olanı, bir aşka tanıklık ediyordu. Ve bu gizli aşk, gizli bir raporun sayfalarında ‘sararıyordu’. 55 yıldır ‘sır’ kalan hayat arkadaşlığının izini süren Tempo, Adnan Menderes’in 12 yıl sürdürdüğü aşkını ve sevgilisine yazdığı 100’e yakın mektubu buldu.
Mektuplar ve tanıklar ortaya koyuyor ki, Adnan Menderes, Mukaddes Hanım’a Berin Hanım’la evliyken âşık olmuş. Bu aşkı sonlandıran da Adnan Menderes’in Aydan Adan’a âşık olmasıymış.
Adnan Menderes, Mukaddes Hanım’la birlikte olmak için pek çok şeyi göze almış olmalı. Çünkü bu aşk başladığında ‘Başbakan’ değil, muhalefette bir milletvekiliymiş. Bu cesur aşkı ‘iktidar’ izlemiş ama Menderes’e karşı kullanmamış. Menderes muhalefetteyken başladığı ilişkisini iktidar olduğunda da sürdürmüş. Geçmişin siyasi terbiyesi de bir başkaymış.
Anlaşılan Mukaddes Hanım da cesurmuş. Çünkü Atatürk’ün Sivas Kongresi’nde yakın arkadaşı olan Musul ve Van Valisi Haydar Bey’in kızı olarak dönemin ‘sosyetesinin’ bir temsilcisiymiş. Türkiye’nin ilk mühendislerinden Aziz Süver’in karısı olarak da İstanbul’da ‘zenginliğin’ tadını çıkarmış. Ama geçimsizlik nedeniyle kocasından boşanmış. İki çocuğunun babası 1946 yılında ölünce, hayata ‘Adnan Bey’le yeniden başlangıç yapmış.

‘TBMM Özel’ ve ‘Başbakanlık Hususi’ damgalı bir aşk

1993 yılında İzmir’de yaşamını yitiren Mukaddes Vaner’in 73 yaşındaki kızı Tülin Yalçınsu, büyük ve gizli aşkın tanığı. Halen elinde Adnan Menderes tarafından yazılmış, kendi imzasını taşıyan, ‘TBMM Özel’ ve ‘Başbakanlık Hususi’ damgalı kâğıtlarda eski Türkçeyle yazılmış 100 civarında mektup bulunuyor. 55 yıldır ellerinde bulunan mektupları Tülin Yalçınsu ve eşi Nevzat Yalçınsu şimdi tüm Türkiye’yle paylaşmaya karar verdi. Aile, eski Türkçeyle yazılan, uzmanlar tarafından Türkçeye çevrilmesi gereken mektupları, uygun bir alıcıya satmak istiyor. Yalçınsu ailesinin elinde, Adnan Menderes tarafından sevgilisi Mukaddes Vaner’e gönderilen telgraflar da bulunuyor.
Tempo, üç mektubun çevirisini elde etti. Mektuplarda Adnan Menderes’in Mukaddes Hanım’a olan bağlılığı dikkat çekiyor. “Canımın içi' şeklinde başlayan hitaplarda Menderes, günlük olaylardan da söz ediyor. Bazı kelimelerin okunamadığı, el yazılı mektupta Adnan Menderes şunları kaleme almış:
“Canımın içi Mukaddes’e. Dün gece telefonla görüştükten sonra türlü düşünce ve teessürlere kendimi kaptırdım. Böylece sabahı buldum. Erkenden yürüyerek Meclis’e geldim. Parti odası açılı değildi. Başka yerden konuşmak gayri müsait. Ha şimdi gelir açar, ha şimdi diyerek hademenin gelmesini dokuza kadar bekledim. Nihayet aradım telefonda .............. halen vermediler. Sordum, yirmi abone var dediler. Aceleye ….. halbuki bugün sabahleyin erkenden seninle görüşmek istiyordum. Biliyorum ki şu anda türlü his ve teessürlerin ............ içindesin. His ve teessürlerini aynen içimde duyuyorum. Bu teessür çabuk geçecektir. Tosunun (Mukaddes Vaner’in oğlundan söz ediyor) oraya yerleştiğini, hele iyi haberler gelmeye başlayınca teessürlerin sevince munkalip olacaktır.
Sonra buluşmakta daha .............. olacağımızı ............. bundan sonra Ankara’da işler dolayısıyla fazla kalmak icap etse 15 günü geçirmem herhalde gelirsek. İzmir’e gelmek kolaylaşmış demektir. Bu suretle senden ayrı kalacağım zamanları çok daha ............... olacak. Ben bu cihetten doğrusu ............... fakat içimde derin bir teessür ve elem var, oraya geldiğimde Tosunumu bulacağım. Ne kadar alışmış .............. ve beni çok seviyordu çocuğumuz.' Mektuptan da anlaşılacağı gibi, Adanan Menderes, Mukaddes Vaner’in oğlundan, “Tosunum, çocuğumuz' diye bahsediyormuş. Çocukları da bağrına basmış. Bu aşkın yakın tanığı Tülin Yalçınsu da Adnan Menderes’ten büyük yakınlık gördüğünü hatırlıyor. Yalçınsu, bu yakınlığı, “Menderes’i önce yadırgadım, sonra alıştım. Ben ona ‘ağabey’ derdim. Aradan seneler geçtikten sonra, ‘Bu ağabey lafını bırak, ben senin babanım’ dedi. Ama ölse de benim bir babam vardı' sözleriyle hatırlıyor.

Vapurda tanıştılar

Tülin Yalçınsu, annesinin Adnan Menderes’le tanışma hikâyesini bugün gibi hatırlıyor:
“İstanbul vapurunda tanışmışlar. Annem, ‘Evladım ben büyük bir kişiyle tanıştım. Onu size de tanıştırmak isterim, davet ettim evimize gelecek’ dedi. Annem o kadar güzel kadındı ki, bakıp da âşık olmayan kalmamıştı. Tanıştıkları gün vapurda Fuat Köprülü ve Refik Koraltan da varmış. Annem bahsettikten bir hafta sonra Adnan Bey, Beyoğlu’ndaki apartmanımıza geldi. Biz, sonra Yeşilköy’de İstanbul Caddesi 24 Numara’daki evimize taşındık. Adnan Bey oraya gelmeye başladı. Meclis’ten çıkar çıkmaz uçakla oraya gelirdi. 15 günde bir, ayda bir, bazen de her hafta gelirdi. Annem pek gitmezdi. Austin marka bir arabayla elinde bavuluyla gelirdi.'

Berin Hanım faktörü

Adnan Menderes’in bu geliş gidişleri hakkında Berin Hanım’ın bilgisi olup olmadığını Tülin Yalçınsu bilmiyor. Ama annesinin Adnan Bey’den bir ‘evlilik beklentisi’ olmadığını hatırlayarak, “Annem, Adnan Bey’le evliliği katiyetle istemezdi. ‘O benim hayat arkadaşım’ derdi. Kimsenin evinin huzurunun bozulmasını istemedi.' Bu ilişkiyi Adnan Menderes’in yakın arkadaşı Ethem Bey de biliyormuş. Tülin Yalçınsu’nun hatırladığı kadarıyla annesi “Ethemciğim' diyecek kadar yakınmış. Ethem Bey de annesine “Ablacığım' dermiş. Demokrat Parti’nin ileri gelenleri de Yeşilköy’deki eve çok sık gelirmiş. Bu hareketli ev ve ilişki istihbaratın yakın ilgisini çekmiş. Bugün bu istihbarat raporlarının bir kopyası Tülin Hanım’da mevcut. Bu raporlara ‘kızmak’ bir yana, annesinin ‘büyük adamla’ yaşadığı bu ilişkinin bir belgesi gibi saygı gösteriyor.

Ve Adnan Menderes başkasına âşık oldu

12 yıl kesintisiz süren ilişki, Adnan Menderes’in gönlünü bir başka kadına, Aydan Adan’a kaptırmasıyla sona eriyordu. Mukaddes Hanım bu ‘ihaneti’ kaldıramaz. Üzüntüden ‘dişleri’ bile dökülür. Ama Adnan Menderes’ten asla nefret etmez. Tülin Yalçınsu, anlatıyor:
“12 sene sonunda aralarına bir kopukluk girdi. Annem kendi üzerine Aydan Adan Hanımefendi’yle temas kurulmasına çok üzülmüştü. Artık kopmuştu. Ancak telefonla konuşuyorlardı. Hep ağlıyordu. Dişleri döküldü. Onun için çok büyük bir darbe oldu. Yıkıldı. Yine de saygı ve hürmetle anardı Adnan Bey’i. Adnan Bey de devamlı, ‘Nasılsın, ne istiyorsun’ diye sorardı. Uçak kazasından sonra bilhassa geldi. Adnan Bey kapıcıya bile ‘Bey’ diye hitap ederdi. Bu münasebet bitince Adnan Bey’le irtibat da koptu. Annem Adnan Bey’in yeni arkadaşını da biliyordu. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü’nün hanımı Suzan Hanım vardı. Onunla bir ilişkisi oldu.' Araya giren kadın ya da kadınlar her zaman olduğu gibi bir ilişkiyi sona erdirmişti.

Adnan Menderes’i de izlediler

1946 tarihli istihbarat raporu. Tülin Yalçınsu’nun elinde, dönemin emniyet müdürünün hazırladığı Adnan Menderes’i izleme raporu da var. Burada özellikle Mukaddes Vaner’le görüşmeleri an be an izlenmiş. İşte o rapordan alıntılar:
27.11.1946 Çarşamba Adnan Menderes saat 09.05’te otelden ayrılıp Mukaddes’in oturduğu apartmana girmiştir. Saat 19.00’da iç fenerleri söndürülmüş, 2317 sayılı taksi Tokatlıyan yanındaki sokakta durmuş, içinden çıkan Adnan Menderes ve Mukaddes, otelde kendilerini bekleyen Fuat Köprülü’yü alarak aynı taksi ile Taksim istikametine gitmişlerdir.
28.11.1946 Perşembe 1- Adnan Menderes saat 09.15’te Mukaddes’in oturduğu daireye girmiştir.
2- Celal Bayar saat 19.15’te köprüye muvasalat eden Yalova vapurundan yalnız olarak Bursa gezisinden dönmüştür. Kendisini Demokrat Parti’den 10 kişi kadar karşılamıştır. Bunlar meyanında Emin Sazak ile subaylıktan mahreç veya matrut Kadıköylü Mucib de görülmüştür.
Celal Bayar yanında Emin Sazak olduğu halde Ziraat Bankası önünden 2545 sayılı taksiye binerek Beyoğlu istikametine gitmiştir.
3- Adnan Menderes saat 22.30’da Fuat Köprülü ve Mukaddes adındaki kadınla Tokatlıyan’a gelerek bu kadın için kendi odası civarında bir oda istemiş ise de boş oda olmadığı ileri sürülmek suretiyle arzusu yerine getirilmemiştir. Bunun üzerine her üçü otelden ayrılarak o geceyi Mukaddes’in evinde geçirmişlerdir.
1.12.1946 Pazar Adnan Menderes saat 09.30’da Tokatlıyan’da Özdemir’i ziyaret etmiştir. Saat 11.00’de Özdemir’den ayrıldıktan sonra Mukaddes’in apartmanına girmiştir.
2.12.1946 Pazartesi Saat 17.00’de Adnan Menderes, Tokatlıyan’a gelerek otel hesabını kestikten sonra Mukaddes’in apartmanına girmiştir. Saat 17.30’da Mukaddes’le birlikte apartmandan çıkıp Kadıköy İskelesi’ne gelerek saat 18.00’de Kadıköy’e hareket eden vapurla Kadıköy’e geçmişlerdir. Buradan 2739 sayılı taksi ile Haydarpaşa Garı’na gelmişlerdir. Saat 19.15 ekspresi ile Adnan Menderes ve Fuat Köprülü Ankara’ya hareket etmişledir. Kendilerinin teşyiinde yalnız Mukaddes bulunmuştur. Bu kadın hakkında alınan ayrıca malumata göre, Demokrat Parti’de mühim bir vazifesi olup parti tarafından milletvekilliğine aday gösterileceği duyulmuştur. Keyfiyeti yüksek bilgilerine arz ederim.


‘TBMM Özel’ ve ‘Başbakanlık Hususi’ damgalı bir aşkın Mektupları

Canım Mukaddes,

Ne yaptık ettik, bugün yine İstanbul’a indik. Dün inecektik. Galiba iş sıkı olduğu için inemedik. Ve bugüne kadar tehir mecburiyeti duyduk. Bilmem, gönlüm bu hususlarda rahatlamıyor. Üzülüyorum. Sana karşı hasmane hisler peyda olmaya başlıyor. Ne yapayım, çok............öyle olmasa; ha İstanbul’a ha Adana’ya, ne umurumda olur halbuki. Bir türlü içim oturmuş değildir. Bir türlü müsterih olamıyorum. Acep nerededir? Ne yapıyor? Üzüntü ve endişesi her zaman içimdedir. Bunları yazmaktan maksadım böyle bilerek hareket etmen içindir. Bunu senden çok rica ediyorum.

Canımın içi,

Dün, Salı günü telefonlaşacaktık, seni arayacaktım, gayet hararetli müzakereler oldu ve bu da telefonla arayacağım saate rastladı, biraz geciktim. Telefon defalarca çaldı yoktun...
İhtimal ki öfkelendin, vaktinde aramadım diye... Halbuki senin de vaktinde aramadığın günler oldu... Ben çok bekledim ve nihayet ben seni aradım ve böylelikle irtibat devam etti. Onun için bekledim ki ben gecikmiş olursam ya beni beklersin veyahut sen ararsın, ne bekledin ne aradın. Muhakkak bil ki sana darıldım, kırıldım.

Adnan Menderes'in Metreslerinden Ayhan Aydan Kimdir?

Adnan Menderes'in Metreslerinden Ayhan Aydan Kimdir?

Opera sanatçısı Ayhan Aydan, İzmir'in Çeşme ilçesi Alaçatı beldesindeki evinde vefat etti. Solunum yetmezliği hastalığı bulunan 85 yaşındaki Aydan, öğle saatlerinde yaşamını yitirdi. Adı hep Adnan Menderes ile yaşadığı yasak aşkla gündeme gelen Ayhan Aydan'ın cenazesinin Cuma günü kılınacak namaz sonrası Alaçatı'da defnedileceği öğrenildi.

AYHAN AYDAN KİMDİR?


1924 yılında doğan, Ankara Devlet Konservatuarı Opera bölümünden mezun olan Ayhan Aydan, Figaro´nun Düğünü operasındaki rolüyle adını duyurdu. 19 yaşında, orkestra şefi Hasan Ferit Alnar'la evlendi ve bu evlilikten bir oğlu oldu. Ancak Ayhan Aydan’ın hayatı asıl 1949 yılında bir toplantıda Adnan Menderes ile tanışmasıyla değişti. Aydan 27 Mayıs darbesinin ardından Yassıada duruşmalarına çağırıldı. Aydan mahkemede Adnan Menderes´den sahip olduğu bebeği öldürmekle suçlandı. Duruşmalarda aşkını doğrulayan ancak bebeği doğum sırasında kaybettiğini anlatan Aydan, o dönemdeki cesur duruşuyla dikkat çekti.

Menderes´in asılmasından sonra zor yıllar geçiren Ayhan Aydan uzun süredir İzmir´in Çeşme ilçesinde bakıcıları ve manevi evlatları Ulutaş'ların yardımıyla hayatını sürdürüyordu.

20.02.2009

Adnan Menderes'in paracıkları kapıcıya mı nasip oldu?

Adnan Menderes'in paracıkları kapıcıya mı nasip oldu?


Holding kuran kapıcının sırrı

44 yıldır saklanan olayın perde arkası: "Adnan Menderes 27 Mayıs İhtilali'nden hemen önce sevgilisi Suzan Sözen'e para dolu bir paket yolladı."

EMANET PARA

"Sözen evde yoktu, paket kapıcıya emanet edildi. Darbe olunca kapıcı emaneti vermedi. O kapıcı şimdi büyük bir holdingin patronu.

Menderes'in emaneti ile holding patronu olan kapıcı kim?

1960 darbesinde tutuklanarak Yassıada'da asılan dönemin Başbakanı Adnan Menderes'in ihtilalden bir gün önce sevgilisi Suzan Sözen'e gönderdiği yüklü miktardaki parayı, Sözen evde olmadığı için teslim alan, sonra da bu parayı kendisine sermaye yaparak zengin olan eski kapıcı, bugünün ise holding patronu merak uyandırdı. Yeni Şafak gazetesi yazarı Şamil Tayyar dün köşesinde aktardığı bu tarihi olayla, "eski kapıcı - yeni patron" bu kişinin kimliği konusundaki polemiği başlattı. "Menderes'in kapıcısı nasıl holding patronu oldu" başlıklı yazısında Tayyar, Adnan Menderes, o dönemde sevgilisi olan Suzan Sözen ve Nişantaşı Ralli apartmanının kapıcısı arasındaki olayı şöyle anlattı: "...Yakın bir arkadaşım aradı, 'Yorgun Mayıs Kısraklarını okudun mu' diye sordu. ... 'Kitapta Adnan Menderes'in aşk arkadaşı olarak geçen Suzan Sözen'le ilgili bölümleri hatırlıyor musun' diye sordu. ... Bu sorgu sualin ardından anlatmaya başladı: 'Kitapta Adnan Menderes'in Suzan Sözen'le buluştuğu iki yerden söz ediliyor. Biri Ralli Apartmanı, diğeri Belveder Palas. Buraya kadar doğru. Ancak kitapta olmayan başka önemli bir konu var. Burada kapıcılık yapan bir şahıs var. Menderes, Suzan Hanım'ın yanına gelip giderken bu kapıcıyla tanışıyor. İhtilale yakın bir zaman, Menderes Suzan Hanım'a bir paketgönderiyor, içinde yüklü miktarda para varmış. Suzan Hanım evde bulunamayınca, paket kapıcıya bırakılmış. Menderes ihtilal olursa Suzan Hanım'ın mağdur olmaması için para göndermiş. Ancak kapıcı bu parayı Suzan Hanım'a vermemiş, bir süre sonra ihtilal olunca parayı arayan soran da olmamış..."

70 YAŞINDA MÜTEAHHİT

Şamil Tayyar yazısında önce bu anlatılanlara inanmadığını hatta güldüğünü söylüyor. Ancak daha sonra kapıcının adını öğrendiğini ve artık holding patronu olan bu kapıcının ismi nedeniyle iddiaların anlam kazandığını aktarıyor. Tayyar, "Gerçekten dostumun bana açıkladığı isim, İstanbul'da çok tanınmış ünlü bir holding patronuydu. 70 yaşın üzerinde, Doğu kökenli, ağırlıklı olarak inşaat, maden, enerji, otel işletmeciği alanlarında faaliyet gösteren bir işadamıydı" diyor. Tayyar, 'canlı tarih' olarak gördüğü kitabın yazarı Yılmaz Karakoyunlu'ya da olayı sorduğunu belirtiyor. Karakoyunlu bir zamanlar Ralli ve Belveder Palas'ta kapıcılık yapan kişinin ismini vermek istememiş ancak bu gün zengin biri olduğunu doğrulamış. Karakoyunlu'ya göre ise ortada para paketi falan yok, ancak o kişi Menderes'ten ufak tefek ihaleler almış, öyle büyümeye başlamış. Şamil Tayyar, yazısında olayı araştırmayı sürdürdüğünü de eklerken "... Şimdilik bu ismi ajandama kaydediyorum. Beklediğim belgelere ulaşabilirsem ismi açıklayacağım" diyor.


HABER MERKEZİ
SABAH
30/11/2004

2011-12-30

Gençlere Örnek Gösterilen Bir Zındık/dinsiz: Ali Şeriati

Ali Şeriati

Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de Mustafa İslamoğlu…

Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret ettiğini geçen sayımızda anlattık. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun.

Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahlûk, İslâm büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah:

1- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahü anhüm) hakkındaki iftiraları şöyle:

“Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.” 

“Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317)


"Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslâm’ın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslâm’ı, “şiarlar” ve İslâm rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlâkî bağı, İslâm’dan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslâm maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır." (s: 318)

2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali (Radıyallahü anh) aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir (Radıyallahü anh) Efendimiz’e şöyle dil uzatıyor:

“…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.”
“… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.”
Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş:

“Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.”
Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor:

“…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslâm’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321)

3- Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’a karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) olmak üzere Aşere-i Mübeşşere’den olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor:

“Ali’ye karşı beslenen kinler.” 

4- Sıra geliyor Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’ın üstünlüğünü açıklamayıp susmuş:

“Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”

Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i suçlamaya devam ediyor:

“Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?” 

“…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322)

Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı?

5- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın:

"Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını, câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur." (s: 323)


6- Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323)

Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç?

7- Resulüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor:

“Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324)

Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh); “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (Radıyallahü anh) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de; “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir.

Ali Şeriati

8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini yazıyor:

“Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem…” (s: 329)

Hâşâ, Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor.

9- Hazreti Ömer’in, Ashâb-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333)

10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor:
“Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336)

Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta ısrar ediyor.

Değerli okuyucular! Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım.
Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001…

4. sahifede “Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor:

“Bu kitap, Şehid Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.”

Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz.

1- Daha başta zehirini kusuyor. Diyor ki: “Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s: 8)

2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat: “Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9)

Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan…

3- Müslümanları şöyle suçluyor: “Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11)

Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor.

4- Bakın hacda tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor:

“Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71)

Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır.

5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim:

a) Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor: “Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş.

b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş.

c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış.

d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun.” (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş.

e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. “ (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum.

f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59)

Altı çizili yerlere dikkat.

g)  “.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67)

Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı!
Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor.

h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor.

i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme…

j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor:
“Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106)

Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler. İbrahim (Aleyhisselâm) ile Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise, olsa olsa imansızlık alâmetidir.

k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor.

l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır.

m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129)

Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar.

6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince:

a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79)
Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar.

b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor
Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır…

c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor.
Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar.

d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor: “Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101)

Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük.
Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir.

f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135)
Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur.

g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146)

Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır.

h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146)
Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir.

i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147)

Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok.

7-
Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor.
Meselâ:
Harun kelimesi 1 defa,
Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa,
Musa kelimesi 4 defa,
Ali kelimesi 5 defa,
Hüseyin kelimesi 6,
Hacer kelimesi 9 defa,
Muhammed kelimesi 10 defa,
Âdem kelimesi 21 defa,
İsmail kelimesi 90 defa,
İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir.
Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselâm” da yok…


Ali Eren
Gazeteci - Yazar

2011-12-27

Sevâd-ı âzam: Ehli Sünnet ve Cemâat Nedir?

Sevâd-ı âzam Ehli Sünnet ve Cemâat Nedir?


İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinden:

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, bazı hadîs-i şeriflerinde, ümmetinin düşeceği ihtilaflara dikkat çekmektedir. Bu hususta rivâyet edilen birçok hadîs-i şerif vardır. Bunların en genişi, Tirmizî ve İbn-i Mâce’de rivâyet edilen hadîslerdir. İbn-i Mâce’de geçen hadîs-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:


“Yahûdiler, yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunlardan biri cennette, yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardanda yetmiş bir fırka ateşte, bir fırka cennettedir. Muhammed (s.a.v.)’in nefsi kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka cennette, yetmiş iki fırka ise ateştedir.” 
Sahâbîler, “Yâ Resûlüllah! Cennette olan fırka kimlerdir?” diye sordular. Resûlüllah (s.a.v.), “Cemaat” diye cevap verdi.

S.İbn-i Mâce, Fiten 17 


İmam Tirmizî (rh.)’nin rivâyetinde ise şöyle buyurulmaktadır:

“İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir tanesi hariç, bunların tamamı ateştedir.” 
Sahâbîler, “Yâ Resûlüllah! O kurtuluşa eren fırka kimlerdir?” diye sorunca, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.”
S. Tirmizî, Îman 18

Böylece Peygamber-i zîşân (s.a.v.) Efendimiz, ümmetinin başına gelecek hâdiseleri, mu’cizevî bir şekilde haber vermektedir.
Hadis âlimleri, hadîs-i şerifte geçen cennetlik olarak vasıflandırılan fırkadan maksadın, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğunu kaydetmektedir. Çünkü ifrat ve tefrit ortasında, i’tidâl üzere Resûlüllah (s.a.v.)’ın ve ashâb-ı kiramın yolunu tâkip etmeyi kendilerine şaşmaz ölçü edinenler, bu fırka mensuplarıdır. 


Cehennemlik olan fırkalar ise, i’tikadî mes’elelerin bir çoğunda, Ehl-i sünnet’e aykırı inançlarda bulunan mezheplerdir

Kelâm ilmiyle alâkalı eserlerin en eskilerinden olan Sevâd-ı Â’zam’da, Hicrî dördüncü asrın başında yaşadığı tahmin edilen müellif Hâkim es-Semerkandî (rh.), yetmiş üç fırka meselesini ve Ehl-i Sünnet’in neden fırka-i nâciye olduğunu açıklamaktadır. Ona göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in işaret buyurduğu yetmiş üç fırka şunlardır:

Ehl-i Sünnet bir, Hâricîler on beş, Mu’tezile altı, Mürcie on iki, Şîîler otuz iki, Cehmiye, Neccâriye, Darrâriye, Kilâbiye birer, Müşebbihe üç fırka olmak üzere toplam yetmiş üç fırka eder. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz’in işaret ettiği fırkalar bunlardır. Bunların sadece bir tanesi ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet fırkasıdır. Diğerleri bid’atlarla ma’lûl olan mezheplerdir.
Sevâd-ı Â’zam, 52


“Yetmiş üç fırkadan her biri, şerîate tâbi olduklarını iddiâ edip kendilerini necat bulan zümreden sayarlar. “... Her fırka, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.” S. Mü’minûn, 53 âyet-i kerîmesi onların bu halini tasdik eder. Halbuki Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in beyan buyurduğu fırka-i nâciyeyi, diğerlerinden ayıran delil, “Benim ve ashâbımın yolunda olanlar”
 beyanıdır.

Şerîat sahibi Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in burada, sadece kendilerini anlatması kâfî iken ashâbını da zikretmesi, ‘Benim yolum, ashâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu onların yoluna tâbi olmaya bağlıdır!’ mânâsınadır. İşte Resûlüllah Efendimiz bunu ilan etmektedir. Zira, ashâb-ı kiramın yoluna tâbi olmadan, Resûlüllah (s.a.v.)’a tâbi olmak iddiâsı, boş bir dâvâdır. Hatta böyle bir ittibâ, hakikatte aynıyla Resûlüllah (s.a.v.)’a isyan sayılır.

Hâl böyle olunca, bu yolun yolcularına, necat bulmak nasıl mümkün olur? Şu âyet-i kerîme bunların hâlini tam bir şekilde anlatır: 


“Onlar, hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde doğru yolda, necatta olduklarını sanırlar. Gözünüzü açın ki, onlar, cidden yalancıların ta kendileridir.”

S. Mücâdele, 18

Hiç şüphe yoktur ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in ashâbının yolunda dâim olanlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasıdır. Allah Teâlâ bunların gayret ve çalışmalarını makbul eylesin. İşte fırka-i nâciye bunlardır. ”



Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1/80 

2011-12-25

Atatürk neden geç gömüldü?

Atatürk neden geç gömüldü




Türkiye’nin en büyük lideri, kurucu ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı beş ay boyunca neden ortadan kayboldu? Anıtkabir’in yapımı niçin 12 yıl sürdü? Ata’nın yakın arkadaşı İsmet Paşa mı, yoksa 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar mı daha vefalı davrandı?

İki gün sonra Ulu Önder Atatürk’ü ölüm yıldönümünde anacağız. 10 Kasım’da yine Anıtkabir’e akın edeceğiz ve yine büyük kurtarıcımızı rahmet ve minnetle yad edeceğiz. Ama Atatürk’ü artık, hamasi nutuklardan ve şablonlardan kurtarmamızın zamanı gelmedi mi? İnsan Mustafa Kemal’in gerçekleriyle yüzleşmemizin zamanı gelmedi mi? Eğer biz Atatürk’ün gerçek öyküsüyle yüzleşmezsek, bunu hangi art niyetlilerin yapacağını bilmek sır değil! Peki, o halde 2 gün sonra anacağımız 10 Kasım’la işe başlayalım. Ölümü, cenaze töreni ve Anıtkabir’e defniyle ilgili kalın sis perdesini biraz aralamaya çalışalım.


DOKTORUN SON RAPORU

Hepimiz, Atatürk’ün 10 Kasım Perşembe günü saat 9’u 5 geçe hayata gözlerini yumduğunu biliyoruz. Atatürk için doktorlar heyetinin, 8 Kasım günü düzenlediği rapor ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterli’ğinin yaptığı açıklama şöyleydi:

Riyaseticumhur Umumi Katipliği’nden

1 Bugün ikinci teşrinisaninin (Kasım) 8. Salı günü saat 23’te Reisicumhur Atatürk’ün sıhhi vaziyetleri hakkında müdavi ve müşavir tabipleri tarafından verilen rapor ikinci maddedir.

2 Bugün saat 18.30’da hastalık birdenbire normal seyrinden çıkarak şiddetlenmiş ve sıhhi vaziyetleri yeniden ciddiyet kesbetmiştir.

Hararet derecesi 36.4, Nabız: Muntazam-100, Nefes:22’dir.


CENAZEDE TÜRKÇE EZAN

Şimdi 10 Kasım’a gelelim. Saat 9’u 5 geçe Atatürk hayata gözlerini yumdu? Peki, cenaze namazı kılındı mı? Hemen kılınmadı. Dolmabahçe’den alınıp Ankara’ya gönderileceği sırada (19 Kasım 1938) kardeşi Makbule Atadan’ın isteği üzerine namaz kılındı. Namazı İslam Tetkik Enstitüsü Başkanı daha sonradan da Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yürüten Şerafettin Yaltkaya kıldırdı. Ezan Türkçe okundu. Ama namaz 2.5 dakika sürdü, Dolmabahçe Sarayı’nda eda edildi. Camiye gidilmedi.

Peki, bu önemli anın fotoğrafı var mı? Hayır yok. Tartışmalar da bu yüzden günümüze kadar uzuyor. Dolmabahçe’deki katafalkın önünde halkın büyük bir ilgisi vardı. Hatta yaşanan izdihamda ezilenler oldu ve 11 kişi hayatını kaybetti.

Atatürk’ün ölümünden tam 26 saat sonra yeni Cumhurbaşkanımız seçildi: İsmet İnönü. Hem de Meclis’teki oyların tamamını alarak. İşte burası çok ilginç. İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünden önce tam bir yıldır ortalıkta yoktu. 1937 Eylül’ündeki o ünlü kavgadan sonra yolları ayrılmış, sağlık sorunlarıyla boğuşan Atatürk’le hiç görüşmemişti. Hatta o kadar ki Atatürk hastalığının son evresinde İsmet İnönü’nün görüşme talebi gerçekleşmemişti. Atatürk’ün son bir yılda çevresinde kümelenen grup Hasan Rıza Soyak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve Recep Zühtü Soyak olası bir ölüm durumunda İsmet Paşa’nın Atatürk’ün yerine geçmesini engellemeye çalışıyorlardı. Eğer İstanbul ziyareti olursa ve Atatürk’le görüşmeye gelirse suikast düzenleneceği haberleri dolaşmaya başladı.


İsmet Paşa, Atatürk’le ölüm döşeğinde görüşemedi. Ama her ne olduysa oldu ve ölümden tam 26 saat sonra alelacele yapılan Meclis oturumunda İsmet İnönü bütün milletvekillerinin oyunu alarak (348) Cumhurbaşkanı seçildi. Peki, ne oldu da son günlerinde Atatürk’le görüşmeyi dahi beceremeyen İnönü bütün oyları alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Onu öldürtmeye kalkan milletvekillerinden birkaçı dahi muhalefet etmedi ve oturuma katılan milletvekillerin oylarının tamamını aldı? Atatürk’ün girdiği son komada Dolmabahçe’de toplantı yapılıp Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’ya Cumhurbaşkanlığı vekâleti zaten verilmişti. Daha cenaze kaldırılmadan bu acele niyeydi? Devletin devamlılığı masallarına sakın inanmayın. Kıran kırana bir iktidar savaşı yaşanıyordu. Hangi gizli el bu seçime dokundu acaba? Devam edelim.

Atatürk öldükten sonra Dolmabahçe Sarayı’ndan Ankara’ya yapılan uğurlama töreni ve cenaze namazına Cumhurbaşkanı İnönü katıldı mı? Hayır, katılmadı. Peki, Ata’nın naaşı ne zaman Etnoğrafya Müzesi’ne kaldırıldı. Mart 1939’da. O halde 19 Kasım’dan mart ayına kadar cenaze neredeydi? Bilmiyoruz! Atatürk’e uygun bir kabir yapma girişimi ise İnönü’nün 12 yıllık iktidarında tam bir yılan hikâyesine dönüştü.


12 YILDA BİTİRİLEMEDİ

Anıtkabir’in yerinin tespiti için bir komisyon kurulmasına 1941 yılında karar verildi. Yani ölümden 3 yıl sonra! Tek parti dönemi. İsmet Paşa tek adam. Ama Anıtkabir için yer konusunda bir türlü karar verilemiyor. Aynı yıl bir de uluslararası bir proje yarışması açıldı. Yarışma sonucunda Türk mimarlar Emin Onat ve Orhan Arda’nın eserleri layık görüldü ve inşaata 1944 yılında başlandı.

Tam 6 yıl Atatürk için yapılacak kabrin inşasına başlanamamıştı. Anıtkabir’in temelini o günlerin Başbakan’ı Şükrü Saracoğlu attı. Saracoğlu’nun temelini attığı Ankara Ulus’taki devasa Gençlik Parkı ise birkaç yılda hizmete (1943) girmişti. Hem de ödenek yokluğundan birkaç kez inşaat durduğu halde. Anıtkabir ise bir türlü bitmiyordu. 1945’te mozole ve tören meydanını kapsayan 2.kısım inşaatına başlandı. Giriş kuleleri çevre düzenlemesi ve ağaçlandırılması ise 1950 yılına gelindiğinde halen bitmemişti. İsmet İnönü 1950 seçimleriyle birlikte koltuğunu Celal Bayar’a devrettiğinde tam 12 yılda bitmemiş bir Anıtkabir inşaatı ve Etnoğrafya Müzesi’nde bekleyen bir naaş bırakmıştı.


CELAL BAYAR SAHİP ÇIKTI

Bugünden baktığımızda yobazlara kol kanat gerdiğini düşündüğümüz Celal Bayar ise önce Atatürk’ün aziz hatırasına yapılan saldırıları engellemek için 1951’de Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkarttı. Ardından da bütün hızıyla yarım kalmış Anıtkabir inşaatını bitirdi. Hatta 1951 yılında projenin bir an önce bitirilebilmesi bir tadilat bile istedi. Mimarlar mozole bölümünde değişiklik yapıp kısa sürede inşaatı bitirdiler. Ve 1953 yılında Ulu Önder Atatürk ebedi istiratgahına defnedildi. İsmet Paşa Cumhurbaşkanlığı koltuğunu ertesi gün yani 11 Kasım’da almıştı. Ama Anıtkabir’in inşası 12 yılda bitirememişti! Şimdi cevaplayın bakalım?

Banknotlardan Atatürk’ün resmini kaldırıp kendi fotoğrafını koyan İsmet Paşa mı daha fazla Atatürkçü yoksa Anıtkabir’i bir an önce tamamlayıp Ulu Önder’i ebedi istiratgahına uğurlayan Celal Bayar mı?


DEVLETİN ‘TUNÇ ELİ’ BURADA

Tarİhİn garip cilvesi işte! Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül Tunceli’yi ziyaret etti. Tarihte Tunceli’yi ziyaret eden ikinci Cumhurbaşkanı oldu. İlki Atatürk’tü. Atatürk ne zaman gitmişti Tunceli’ye? 1937 yılında. Yani, 1935’te çıkarttığı Tunceli Kanunu’nun hemen sonra. Hastalığı ilerlemiş olmasına rağmen yaptığı Doğu gezisinde Tunceli’yi de eklemişti. Ata’nın manevi kızı Sabiha Gökçen’in de katıldığı uçaklı saldırıyla ünlü Dersim İsyanı henüz bastırılmış isyanın elebaşı sayılan Seyit Rıza ve arkadaşları yakalanmıştı. “Dersim’e devletin Tunç eli değecek” diyen Atatürk, Dersim’in adını Tunceli olarak değiştirmişti. Şimdi aradan geçen 72 yıl sonra Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Tunceli’yi ziyaret etti. Ve onu Kürt açılımı tartışmalarının gölgesinde “Dersim’e hoş geldin” pankartıyla karşıladılar, Dersimspor forması hediye ettiler!

Gürkan Hacır
Akşam Gazetesi
8 Kasım 2009 Pazar

Atatürk'ün intihar eden(!) manevi kızı Zehra Aylin

Atatürk'ün intihar eden manevi kızı Zehra Aylin



Zehra Aylin, Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü yakınlarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını söyledi. Pencereye yanaştı ve ne olduysa o an oldu. Bir rivayete göre dengesini kaybedip düştü, bir diğerine göre ise intihar etti

Geçtiğimiz hafta henüz Atatürk'ün doğru düzgün biyografisine sahip değiliz diye yazmıştım. O halde iş başa düştü. Atamızın bilinmeyen yaşamına ilişkin küçük bir katkı sunmak şart oldu. Atatürk'ün manevi kızları denince aklımıza bu dünyadan göçmüş olan Sabiha Gökçen, Afet İnan Hanımlar ve halen hayatta olan Ülkü Adatepe Hanımefendiler gelir. Ama Atatürk'ün manevi evlatları bu isimlerle sınırlı değildi. Rukiye, Zühre, Ömer, Afife, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim Tunçak ve Zehra Aylin...

Hemen hiçbiri hakkında doğru dürüst bilgimiz yok. Ne yaptılar? Nasıl bir hayat sürdüler? Kimle evlendiler? Çocukları oldu mu? Hiçbir şey bilmiyoruz... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ü artık Selanik-Samsun tarih tekerlemelerinden kurtarmamız lazım...

Mesela evlatlıklar arasında da akraba evlilikleri oldu mu?

Ama şu bilgiler elimizde. Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kızı Rukiye ise Atatürk'ün manevi evladı oldu. Aslında Rukiye Hanım Atatürk'ün üvey kardeşiydi. Kendine manevi evlat yaptı.

Zübeyde Hanım'ın evlatlığı Vasfiye Hanım ile Fransızca öğretmeni Tahsin Çukurluoğlu'nun kızları olan Ülkü Hanım (Adatepe) da Atatürk'ün evlatlığı

oldu. Yani Ülkü Hanım'ın annesi Vasfiye Hanım Zübeyde Hanım'ın evlatlığıydı, kendisinde Mustafa Kemal'in evlatlığı oldu.

Ülkü Hanım ilk evliliğini kiminle yaptı? Manevi evlatlardan Sabiha (Gökçen) Hanım'ın amcasının oğlu üsteğmen Fethi Doğançay ile. Bu evlilikten iki çocuk dünyaya geldi ama kısa sürdü. Ülkü Hanım, Fethi Bey'le evliyken gönlünü bir Musevi gence kaptırdı. Hemen eşinden boşandı. İkinci evliliğini tüccarlık yapan Musevi asıllı Yeşua Bensusen'le yaptı...! Bu evlilik büyük tepki topladı. Atatürk'ün kızı bir Yahudi'yle evlenemezdi! Tepkiler üzerine Yeşua Bensusen adını Yaşar Bensu olarak değiştirdi. Ama nikahtanda da vazgeçmediler. Milli Türk Talebe Birliği Atatürk'ün miras haklarının Ülkü Hanım'dan alınması için gösteriler yaptı... Tepkiler hem Atatürk'ün kızının bir Musevi'yle evlenmesi hem de kendinden genç bir gençle evlenmesi yüzündendi.

Neyse konumuz bu değil...!

Zehra Aylin'e gelelim.

Atatürk onu bir Dar-ül Eytam (yetim) yurdu ziyaretinde tanıdı. Yetim çocuklardan 8-9 yaşındaki bir kız çocuğu dikkatini çekmiş ve bu kara kaşlı kara gözlü bu kıza adını sormuştu. Küçük kız Zehra diye cevap verdi. Atatürk 'benimle gelir misin' diye ekledi. Zehra başını öne eğdi. Atatürk'ü tam olarak tanımıyordu. Olur, diye mırıldandı. Zehra Aylin için ondan sonra Çankaya günleri başladı. Babasını Çanakkale savaşında kaybetmişti. Babasının adı Mehmet’ti. Amasyalı'ydılar. Zehra Aylin babasını hiç hatırlamıyordu.

Çankaya'da diğer evlatlıklar arasında en çok Rukiye (Erkin) ve Sabiha (Gökçen) ile anlaşıyordu. İçine kapanık biraz da dalgın bir yapısı vardı. İlkokulu Çankaya Köşkü'nde okudu. Orta eğitim için Atatürk'ün isteği üzerine Arnavutköy Kız Koleji'ne gönderildi. Edebiyata ilgisi vardı. Bunu öğretmenleri de fark etmişti. Zehra Aylin'in edebiyatta yetenekli olduğu bilgisi Atatürk'e ulaştırıldı. Gazi, yaz tatillerinde Zehra Aylin'le uzun edebiyat sohbetleri yapıyordu. Ama eğitimini daha da geliştirmesi için yurtdışına gitmesi gerektiğini söylüyordu. 'Ben Afet'le tarih, Zehra'yla edebiyat konuşacağım' diyordu.

Zehra'nın bir diğer ilgi alanı da havacılık olmuştu. Sabiha ile beraber havacılık eğitimi almak istiyordu ama bu merakı yarım kaldı. Tahsil için İngiltere'nin yolunu tuttu. Londra'da eğitime başladı. Ama bir şartla... Yaz tatillerinde Türkiye'ye gelecekti.


1935 yılında neler oldu peki? Burada duralım.

Zehra Aylin, o yıl Türkiye'ye dönmek istiyor muydu?

Anlatılanlara bakılırsa Londra'da adaptasyon sorunu yaşıyordu ve Türkiye'ye dönmeyi arzuluyordu. Peki nasıl yola çıktı? Önce gemiyle Manş Denizi'ni aşıp Paris'e gelecek oradan da Paris Ekspres'iyle Türkiye'ye demiryoluyla varacaktı. Ama ona eşlik eden birisi vardı. Londra Büyükelçimiz Fethi Okyar...!

Şimdi şu soru ortalık yerde duruyor. Neden Londra büyükelçimiz trenle eşlik etsin. Ali Fethi Bey yaz tatiline gidecek Atatürk'ün manevi kızını neden bu kadar kontrol altında tutmaya çalışsın.

Neyse...

Zehra Aylin Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü kıyılarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını, midesinin bulandığını söyledi ve kompartımandan çıkıp koridordaki pencereye yanaştı. İşte ne olduysa o anda oldu. Bir anlatıma göre dengesini kaybedip hareket halindeki trenden düştü, bir diğer versiyona göre de intihar etti...

Zehra Aylin oracıkta yaşamını yitirmişti. Tren biraz ileride durduktan sonra herkes Zehra'nın yanına koştu, ama cansız bedeniyle karşılaştılar.

Fransız gazeteleri haberi 'Atatürk'ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi intihar etti', şeklinde verdiler. Atatürk, olayın fazla konuşulmasını istemedi. Ama yine de Türkiye'de çıkan bazı gazeteler küçük bir haber olarak yer verdiler. Ama hepsi Zehra

Aylin'in ölümünü bir tren kazası olarak duyurdular.

Zehra Aylin'in talihsizliği ölümüyle de bitmedi.

Zehra Aylin için ilk tören Amiens'te yapıldı. Ama bir kilisede...! Ardından cenaze Paris'e gönderildi. Burada Paris Büyükelçisi Suat Davas vardı ve Paris Belediye Başkanı da ona eşlik ediyordu. Kalabalık bir katılımla düzenlenen ikinci törenin ardından Zehra Aylin'in naaşı 'Teofil Gotye' vapuru ile Türkiye'ye yollandı.

Ancak ilginçtir,Türkiye'de beklendiği gibi bir cenaze töreni düzenlenmedi. Hatta cenazeyi Galata Limanı'nda karşılayan bile olmadı. Defin işlmlerine devlet ricalinden kimse katılmadı.

Cenaze Teşvikiye sağlık yurduna götürüldü. İstanbul Valisi

Muhittin Üstündağ naaşı buradan alıp sessiz sedasız bir şekilde Maçka mezarlığına gömdü.

(Zehra Aylin'in hikayesini araştırdığım yıllarda mezarını bulabilmek için birkaç kez Maçka mezarlığına gittim. Ama mezar yeri belli olmadığı için bulamadım.)
Zehra Aylin'in yetimhanede başlayan trajik hikayesi mezarı bile belli olmayan bir istirahatgahta son bulmuştu.


Şimdi şu soruları sormak zorunlu...

1- Zehra Aylin devletin önem verdiği biri değilse neden Londra büyükelçimiz Türkiye dönüşünde ona trenle eşlik ediyor?

2- Yok eğer çok önemliyse ve kazayla öldüyse neden cenaze töreni düzenlenmiyor?

3- Fransızlar, Müslüman bir ülkenin mensubunun cenazesinde hangi bilgiye dayanarak kilisede tören düzenliyorlar?

4- Zehra Aylin'in, Amasya'da siyaset yapan akrabalarına, Atatürk'ün hissedarı olduğu için İşbankası'ndan bir ödeme yapıldı mı?

Bu soruların cevabı araştırmacılarını bekliyor... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ümüzün daha nesini biliyoruz ki, evlatlıklarını bilelim.

Notlar: Zehra Aylin'in bu talihsiz hikayesini araştırdığım yıllarda yardımlarını esirgemeyen ve Amasya bağlantısını kurmamda yardımcı olan Amasya tarihi konusunda uzman sayın Hüseyin Menç'e teşekkür ederim.

Bu konuyla ilgili olarak Zehra Aylin'in yakın arkadaşı Atamızın diğer manevi kızı Sabiha Gökçen'in intihar iddialarını yalanladığını da belirtmeliyim.


Unutmuş değilim...

Evlere şenlik bir İngiliz belgesi daha ortaya çıktı. 12 Mart'a ilişkin İngiliz Büyükelçiliği'nin İngiliz Dışişleri'ne gönderdiği rapora göre 12 Mart muhtırasından önce bir kuvvet komutanı bir albayı öldürmüş. Ve bizim de bundan haberimiz yokmuş. Ve Mahir Çayan'ların Sibel Erkan olayında Mossad devredeymiş. Bir kere dünyanın en büyük emperyalist gücü böyle bir istihbaratla çalışıyorsa vay haline. Kraliçeye verdikleri istihbarat raporundaki şu cümleye bakar mısınız? 'Türkler, Arap değildirler hatta Araplar'dan da pek hoşlanmazlar. Türkiye'de harem yoktur.' Ya da şuna bakın... 'Atatürk'ten sonra yatar her zaman ondan önce kalkardı. Atatürk ilkelerini başarıyla devam ettirdi. Hınzır bir espri anlayışı var. İngilizce, Fransızca ve Almanca'yı çok iyi biliyor. Çelimsiz İnönü'nün sağlığı yerinde fakat yıllardır işitme sorunu yaşıyor. Eğer sol tarafına oturursanız sizinle çok iyi Fransızca konuşabilir.' Bir kere 'Atatürk'ten sonra yatardı erken kalkardı' lafı uydurmadır, ayrıca İsmet Paşa'nın yabancı dilinin de o kadar iyi olmadığını Lozan görüşmelerinden biliyoruz. Neyse ama asıl önemli noktaya bu hafta girmiyorum.

İsrail'in Türkiye Büyükelçisi'nden bilgi aktaran İngiliz Büyükelçisinin hayali bilgilerine haftaya gireceğim. Unutmuş değilim...

Gürkan Hacır
18/04/20010
Akşam Gazetesi

_____

Sabetayist Mustafa Kemal Atatürk, metreslerini "Manevi Kızlarım" diye gizlerdi.

İlgili konular;
 - Mustafa Kemal Konya’ya gitmiş, orada mektebi ziyaret edip bir öğretmen kadını beğenmiş, almış getirmiş. Onunla bir müddet eğlendi. Sonra Avrupa’ya tahsile yolladı. Milletin parasıyla fahişelerine ihsan…

İzmir’e gitmiş, orman memurunun mektebe giden küçük kızı Afet (İnan)’i beğenmiş, almış getirmiş. Hadi ona da fuhuş… Sonra onu da İsviçre’ye tahsile yolladı. Vaktiyle metresi Fikriye’yi de göndermişti. Onun usûlü bu…

Çankaya meşhur ve muteber bir kerhaneye dönmüştü

_____

Kanuni'nin cinsel hayatı ile ilgili tartışmalar sürerken bu kez de Atatürk'ün cinsel hayatı tartışılmaya başlandı.

Atatürk'ün manevi kızlarından Sabiha Gökçen Ermeniydi

Hrant Dink Neden Öldürüldü? Hrant Dink'in iddia ettiği gibi Sabiha Gökçen Ermeni miydi?


_____

Mahzun, acılı, âşık, ihtiraslı, bir o kadar da çocuktu; Atatürk'ün sevgilisi Fikriye öldürüldü


Türkiye'de Her Şeyin Altında Onların Parmağı Var Ama Tanınmıyorlar; Burla Biraderler

Burla Biraderler, Türkiye'nin Gizli Yahudi Zenginleri, Türkiye de sistemin mimarları,


Burla biraderler Monik hanım

Burla adı, her ne kadar yabancı olduğumuz bir isimmiş gibi görünse de, aslında yaşamımızın tam da ortasındalar. Dinlediğimiz radyodan buzdolabına, otomobilden okuduğumuz gazeteye kadar herşeyin altında onların imzası var. İşte bir ailenin bilinmeyen öyküsü

Monik Benerdate geçtiğimiz hafta hayata veda etti. Sosyete magazinini yakın takip edenlerin iyi bildiği bir isimdi. İstanbul'un hemen her önemli davetinde boy gösteren Monik Hanım, Burla Ailesi'nin kızıydı. Benerdate soyadı evlendikten sonra aldığı eşinin soyadıydı. (İlginç olan, Monik Hanım iki evlilik yapmıştı. İlk eşi  Benerdate Ailesi'ndendi. İkinci eşi ise Ceri Benerdate'ydi. İkinci eşi ilk eşinin kuzeniydi.) Ama Monik hanımın asıl zenginliği kendi ailesi Burla'lardan geliyordu. 
Peki Burla'lar kimdi?

Türkiye'nin sanayisinden medyasına kadar geniş bir yelpazede adlarından söz ettiren Burla Ailesi'nin tarihine bir uzanalım.

ÖNCE LİVORNO, SONRA SELANİK
Burla'lar İspanya'dan göç eden Musevi  bir aileydi.  Osmanlı İmparatorluğu'na sığınan binlerce seferad aile gibi onların da ilk durakları İtalya'nın Livorno kenti olmuş, ardından Selanik'e göç etmişlerdi. Selanik'te yerleştikleri yer ise bize tanıdık bir mahalleydi. Atatürk'ün de evinin bulunduğu Koca Kasım Paşa Mahallesi.

Eli ve Daniel Burla kardeşler Selanik'te ticaretle uğraştılar. İstanbul'a göç ettiklerinde de yanlarında hem yüklü miktarda para hem de önemli bir ticari gelenek getirmişlerdi. İlk şirketlerini Galata'da açtılar. Yıl 1911.

İthalat işleriyle uğraşıyorlardı. İthalat konusunda hemen hemen tekel gibiydiler. Ottaş'ı 1928 yılında kurdular. Ottaş Otomotiv ve Taşınmaz Mallar Sanayii. Bu aynı zamanda ülkemizin de ilk otomotiv şirketi oldu. 

Mustafa Kemal Atatürk'ün bindiği otomobillerin neredeyse tamamını (18 tane) Burla Biraderler ithal etmişti. Zaten Atatürk'le Selanik günlerinden tanışıyorlardı.

Burla Biraderler deyip duruyoruz ama bu biraderler kimdi?
Şirkette aktif olan iki kardeşti. Eli ve Daniel Burla! Şirket işlerine pek girmeyen bir başka kardeşleri daha vardı. Maya! 

(Maya Hanım Türkiye'deki şirkete pek karışmamıştı ama öyle bir aileye gelin gitti ki..! Burla Biraderlerin servetini birkaç kez katlayacak bu aile Grunberglerdi. Yani dünyaca ünlü Grundig markasına sahip olan aile)

Daniel Burla'nın iki erkek çocuğu oldu. Fred Burla ve Lori Burla...!
 Fred Burla'nın tek kızı oldu. Monika! O da Türkiyeli bir Musevi olan Benerdate'lere gelin gitti. Türkiye'de kaldı, cemiyet hayatının sevilen bir ismi oldu. 
Lori Burla'nın çocukları ise yurtdışında kalmayı tercih ettiler. 
Eli Burla'nın ise iki kızı oldu. Sara (Bernsten) ve Nadya (Sonman) 

VEHBİ KOÇ'LA KESİŞEN YOL

 Burla Biraderler makine üretiminden tekstile ev eşyası ithalinden çelik saç ve döküm atölyesine kadar onlarca alanda faaliyet gösterdiler. Ama asıl büyük sansasyonel ithalatları radyo oldu. PYE marka etiketli radyoları hatırlayanlar olacaktır. 

Radyo ithalatı bir anda cirolarını fırlattı. 
En az radyo kadar ilgi gören bir başka ithal ürünleri ise buzdolabı  oldu. Frigidaire marka buzdolaplarını Türkiye'ye getirdiler. Tel dolaplarda yiyecek içecek saklayan Türk insanı için vazgeçilmez bir ev eşyası olmuştu. 

Peki Koçlarla daha doğrusu Vehbi Koç'la yolları nerede kesişti.
Vehbi Bey'in anılarına bakalım. 

'...Ampul fabrikasından sonra, ikinci endüstri şirketimiz Arçelik'tir. Bu şirketimizin kurulma hazırlığı 1953'te başlamakla birlikte, böyle bir üretime girme düşüncesi bende 1935 yıllarında gelişmişti. O yıllarda Ankara gittikçe büyüyor, benim işlerim de gelişiyordu. Bir yandan da İstanbul'dan sac dosya dolaplarını 1929'dan beri Erel firması olarak Lütfü Doruk ve ortakları yapıyordu.
Lütfü Bey mali bakımdan sıkışık durumdaydı, işlerini geliştiremiyordu. Kendisine ortaklık teklif ettim. 'Sen beni yutarsın'  diye kabul etmedi, bu isteğimden vazgeçtim.

Lütfü Bey bir süre sonra, işi ortağına bırakıp Muğla'nın Köyceğiz'inde dalyan işletmeye başladı. Bu iş de birkaç yıl sürdükten sonra devam etmeme kararını aldı, İstanbul'a döndü. Erel şirketi Lütfü Bey'in Edip Bey adında bir arkadaşı tarafından yönetiliyordu.

Lütfü Bey'le dostluğumu devam ettirdim, zaman zaman o Ankara'ya gelir, ben İstanbul'a giderdim.1953 yılında, bir gün aklıma gene bu mobilya işini yapmak için bir teklifte bulunmak geldi. Lütfü Bey de sıkışmış ve bunalmıştı, teklifimi kabul etti.

İstanbul'da Burlalar da demir mobilya alıp satıyorlardı. Onların da imalata geçmek istediklerini duymuştum. Lütfü Bey'le bir fabrika kurmaya karar verdikten sonra, fabrikanın üretimini artırmak, maliyetleri düşürmek ve bir an önce kara geçmek için  Burlalarla ortak olmaya karar verdik. Bu ortaklık 1954 yılında kuruldu. Gene aynı düşünceyle Devlet Malzeme Ofisi'yle 1956'da ortak olduk.

Bir yandan bu demir mobilya işini sürdürürken buzdolabı  yapmayı düşünmeye başladık. Memlekette yaşama seviyesi yükseliyor, piyasada buzdolabı ihtiyacı  hızla artıyordu.

Buzdolabı tamamıyla sac imalatıydı. Makinelerimiz de vardı. Ortaklar, aramızda konuştuk, başlamaya karar verdik. Avrupa ve Amerika'nın büyük firmalarına başvurduk. Türkiye'de tüketim çok küçük olduğu için hiç  biri yanaşmadı. En sonunda İsrail'de 'Amcor' firması ile bir anlaşma yaparak buzdolabı yapımına ve onlardan kompresör almaya başladık. Başlangıçta hem buzdolabı hem demir mobilya yaptık.

Buzdolabı işi geliştikçe Arçelik, ilk gayesi olan demir mobilya işini bıraktı, yavaş yavaş elektrikli ev aletleri endüstrisine geçti. 

Hayat Hikayem / Vehbi Koç 1973 3. Baskı

VEHBİ BEY'İN TİCARİ ZEKASI
Vehbi Bey'in yukarıdaki birkaç satırla geçiştirdiği olaylar aslında büyük bir şirket operasyonuydu. Açmak gerekirse...

Önce zor durumdaki saç dolap üreticisi Lütfü Doruk'la ortak oluyor. Lütfü Bey başına geleceği seziyor ve 'Beni yutarsın' diyor ama çıkar yol bulamadığı için kabul ediyor. Vehbi Bey sac dolap piyasasına hakim oluyor ardından kurduğu şirkete Devlet Malzeme Ofisi'ni de ortak ediyor. Bütün devlet dairelerinin sac dolap ihtiyacı olduğunu düşündüğünüzde kazancı siz hesaplayın. Ama Vehbi Bey'in ticari zekası bununla da sınırlı kalmıyor. Burla Biraderleri de bir şekilde ikna edip buzdolabı imalatı amacıyla Arçelik'i kuruyor. Ve yıllar önce Lütfü Bey'in söylediği gibi Vehbi Bey zaman içinde Burlaları da yutuyor. Arçelik'te Burlaların ve vefat eden Monik Hanım'ın çok küçük hisseleri kaldı. 

Yani günün birinde KOÇ Grubu size ortaklık teklif ederse hemen sevinmeyin..! 
Şaka bir yana Burla Ailesi Koç ailesiyle hep birbirlerini sevdiler, saygı duydular. Hatta o kadar ki Lori Burla, bir röportajda örnek alacağınız şirket hangisidir sorusuna hiç düşünmeden 'Koç'lar' cevabını vermişti. Lori Burla başta olmak üzere bütün aile Vehbi Bey'e ve Koç Ailesi'ne hep hayranlık beslediler.
Ama şunu kabul etmek gerekir ki Vehbi Bey, hep Burlaların izinden gitti. Onların hakim olduğu alanlara sızdı. Önce ortak oldu ardından tek söz sahibi... (Vehbi Bey'in Yahudilerle olan işbirliği ayrı bir inceleme konusudur. Ama şunu da eklememe izin verin lütfen. Şevket Kazan bana Tayyip Erdoğan'ın Vehbi Bey'in hayatını anlatan İmparator kitabını okuduktan ve Yahudi bağlantısını gördükten sonra çok değiştiğini ve önünün açıldığını söylemişti. Meraklısı için Erol Toy - İmparator)

Otomotiv sektörü  de Burlaların hakim olduğu bir alandı. Vehbi Bey ise Koç Otomotiv A.Ş. ile Ankara'da faaliyet gösteren nispeten küçük bir şirketti. Önce Burlaların Ankara temsilcisi Jan Nahum'u yanına transfer etti. Ardından yine ortaklık, Ford'un ithalatı ve Tofaş'ın kuruluşu...
Hürriyet nasıl kuruldu?

Burla Biraderler yaygın reklam mecralarının olmadığı zamanlarda çok sayıda gazete ilanı veriyorlardı. Yeni bir gazete kurmak için para arayan Sedat Simavi'ye de böyle destek oldular. Ayrıca gazetenin ham maddesi olan kağıdın ithalatını da yine Burla Biraderler yapıyordu. Sedat Simavi'ye yüklü miktarda borç verdiler. Hürriyet Gazetesi Burlaların verdiği parayla kuruldu. Sedat Simavi borcunu ilanla ödeyecekti. (Sabah'ın TMSF'den Çalık'a reklam karşılığı sayılabilecek koşullarla satılması garibinize gitmesin. Eskiden bunun örnekleri var.) Öyle de oldu. Ama Simavi'nin Bab-ı Ali de ki rakipleri Sedat Bey'in yeni bir gazete çıkartmasını istemedikleri için bilindik çamura başvurdular. Hürriyet Yahudi gazetesiydi, Yahudi sermayesiyle kurulmuştu. Hem İsrail'in kuruluşu ile Hürriyet'in ilk yayına başlaması neredeyse aynı günlerdeydi. (Simavi'nin Hürriyet serüveni için, İrem Barutçu'nun Bab-ı Ali Tanrıları - Simavi Ailesi kitabına bakabilirsiniz.)

Evet, Burlaların hikayesi böyle...Hayata veda eden İstanbul cemiyet hayatının renkli ismi Monik Hanım'ın eğlence dünyasında yaşadıklarını magazinci arkadaşlara bırakmadan önce bir not ve bir de soru ekleyelim...

Arçelik A.Ş. geçtiğimiz günlerde Grundig Türkiye'yi aktifi ve pasifiyle devraldı. Böylelikle Grundig de Koç Grubu'na dahil oldu. 1942 yılında azınlıklara yönelik çıkartılan Varlık Vergisi'nde Vehbi Koç, hangi azınlık mensubu aile için -sonradan evinde kiracı olan- Başbakan  Şükrü Saracoğlu'na ricacı olmuştu? 

Gürkan Hacır
Akşam Gazetesi
18/04/2010

Bu ay öne çıkanlar