2012-02-22

Merkez Bankası Kimin? Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın kuruluşundaki Yahudi oyunları

Merkez Bankası Kimin? Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın kuruluşundaki Yahudi oyunları


İngilizler MB'ye Ortaklar mı?

İki hafta önce Skyturk TV'de ilginç bir program yaptım. Konuğum uluslar arası finans danışmanı Mete Akıncı’ydı. Akıncı programda birbirinden ilginç o kadar çok bilgi verdi ki izleyiciler gibi bende şoka girdim.

Yayın sırasında mail box’ım çöktü, reji gelen telefonlardan kilitlendi. Program bir kez daha yayınlandı.

Akıncı’ya göre Suriye’den sonraki durak Yemen olacaktı. Ama asıl sırada Arabistan vardı. Çünkü Fahd’ın Batı’daki bankalarda çok yüklü miktarda parası vardı ve bu para iflasın
eşiğindeki Amerika’nın ağzının suyunu akıtıyordu. Sıra ona da gelecekti.

Akıncı “Arap Baharının” nedenlerini ise bambaşka bir açıdan değerlendiriyordu.

Amerika ve Avrupa’nın derinden yaşadığı ekonomik kriz dolayısıyla isyanlar ‘çıkartılıyordu.’ Daha doğrusu ABD ve Avrupa krizden de öte resmen iflasın eşiğine gelmişlerdi. Bunun için yapılacak en iyi şey yeni hazinelere açılmaktı. İşte Mete Akıncı tam bu noktada ‘dünyanın sahibi’ iki aileden söz etti. Rockefeller ve Rothschild’ler…
Rothschild ailesinden bir temsilcinin, geçtiğimiz yılın son aylarında Tunus’u ziyaret ettiğini ve Zeynel Abidin Bin Ali’den Tunus Merkez Bankasının % 15’ini istediğini söyledi. Bin Ali itiraz edememişti. Sir Eveleyn De Rothschild aynı talebi Mısır’ın lideri Hüsnü
Mübarek’e de götürmüştü. “Merkez Bankası’nın % 15’ini bana devrediyorsun!”

Mübarek itiraz edecek gibi olmuştu. Ama başına gelenleri görüyoruz.

Yayının ertesi günü bu anlatılanlar bilim-kurgu bir film gibi gözümde canlanırken asıl beni sarsan Akıncı’nın bir başka iddiası oldu.

“Türkiye Merkez Bankası’nın da % 15’i İngilizlere aittir.”


Bu yüzde on beş oranını duyunca aklıma şu soru takılıverdi.

Yoksa biz de “arap baharı”nı yıllar önce mi yaşadık?

O halde buyurun…1928 ve 29 daki dünya ekonomik krizi ve bize dayatılan Osmanlı’nın borç sarmalının gölgesinde kurulan Merkez Bankamızın hikayesine…

***

Son Kuruşuna Kadar Osmanlı’nın Borçlarını Ödüyoruz…Peki Ama Niye?

Sorulması gereken soru şudur.

Osmanlı’nın A’dan Z’ye tüm mirasını reddederken neden borçlarını üstlendik?


Şimdi düşünelim. Hem 7 düvele karşı savaş kazandınız. Hem de yıktığınız devletin tüm borçlarını üstleniyorsunuz. Üstelik Misak-ı Milli olarak ilan ettiğiniz en kıymetli topraklar olan Musul ve Kerkük’ü İngilizlere bırakıyorsunuz… 


Sormadan edemiyor insan…Peki niye?
Önce Osmanlı’dan
devraldığımız borç sarmalına bir göz atalım.

24 Temmuz 1923 de imzalanan Lozan anlaşmasına göre Osmanlı’nın borçları tasfiye edilmesine karar verildi. Lozan’da alınan karar, 1928 de imzalanan Paris anlaşmasıyla ödeme planına bağlandı. (Ama dikkat edin…Dünya tam da tarihin en büyük ekonomik krizinin eşiğindeyken…) 


Borçtan, imparatorluğun bakiyesi 14 ülke daha sorumlu tutuldu. Arnavutluk, İtalya, Filistin , Bulgaristan, Irak, Lübnan, Yunanistan, Yugoslavya gibi Osmanlı imparatorluğundan doğmuş ülkelerde bu borçtan sorumluydular.
Aklınız karışmasın…

1912 den önceki borçların % 62 si, 1912 den sonraki borçların ise %75 i Türkiye Cumhuriyet’ine ait sayıldı. Yani borçların ¾’ünden fazlası bizim sayıldı. Kalan ¼ lük bölüm ise 14 ülke arasında pay edildi.

Bu ülkelerin çoğu bu borcu ödemedi. Sadece İtalya ve birkaç Arap ülkesi paylarına düşen küçük miktardaki borcu kapattılar. Yunanistan, Arnavutluk, Yugoslavya, Arabistan, Yemen ise tek kuruş ödemediler. Biz ise son kuruşuna kadar ödedik…

Peki borçların tasfiyesi nasıl yapıldı?
Osmanlı imparatorluğunun kaybedilen topraklarının, Türkiye’ye düşen toplam borçtan indirilmesi esas alındı. Yani Türkiye’nin sınırları dışında kalmış imparatorluk topraklarının “değer”i borçtan düşülecekti. İyi de nasıl?

Toprak değeri nasıl ölçülecekti? O zamanki adı Cemiyet-i Akvam olan Milletler Cemiyeti bu durumun çözümü için bir hukuk profesörü hakem belirledi.

İsviçreli bir Yahudi olan olan Eugene Borel ! Borel, sınırlarımız dışında bıraktığımız toprakların ‘emlak değer’inin baz alınması gerektiğini savunuyordu. Ama toprağın salt emlak değeriyle ele almak bizim için intihar demekti. Örneğin altında petrol kaynadığı anlaşılmış olan Musul’la, Bulgaristan’daki ıssız bir dağ köyü aynı sayılacaktı. 


Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı borç sarmalını ayrıntılarıyla inceleyen hesap uzmanı
Hüseyin Perviz Pur bakın bu duruma nasıl itiraz ediyor. Kanımızca; Türk Maliyesi ve yetkililerin verimli, verimsizliğin borç ödemede kıstas alınmasında önceki kararlarından vazgeçerek doğrudan alınan vergi gelirine dönmesi hatalı bir davranış olmuştu. Bugün verimsiz arazi gelecekte verimli olabilir, ayrıca petrol gelirleri de arazi gelirine dahil edilebilirdi. Hata burada yapılmıştı. 


Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının bedeli yer altı ve yer üstü değerleri ile
borç ödemede kullanılmalı idi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç
Prangası / Hüseyin Perviz Pur 


Bu tuhaflık dönemin meclisinde de gündeme geldi. Denizli milletvekili Mazhar Müfit Bey bu tuhaf takası eleştirdi.

“Maalesef ben meseleyi o kadar pembe görmüyorum. Tamamen Osmanlı imparatorluğuna ait olan ve cümlemizin malumu vechile müvellidi servet olmak üzere değil, zevk-i safaya, safahata saif edilmiş olan bu milyonlara varan borcun ne suretle ödeyeceğimize dair elimize gelen bu sözleşme ve ekleri çok ağırdır.

Acaba bize miras olarak, yüksek binaları, varidatı hayvanatı, vs. ile bir çiftlik mi kaldı? Yanmış yıkılmış,işçileri boğazlanmış, hatta toprağı zapt edilmiş, varisleri kovulmuş böyle bir vaziyet hadis olmuştu.


Biz canımızı feda edelim, kanımızı akıtalım, o yerleri karış karış alalım fazla olarak tahrip edilen bu yerler için mağlup tarafından Avrupa’nın diğer galipleri olduğu gibi “10” para bile verilmesin, sonra sen gel imparatorluğun yüzlerce milyon borcunu ver…

Bana tamirat için on para vermediniz ki benden almak istiyorsunuz. Avrupa’da böyle mi olur? Fransa borçlarını vermek için Almanya’dan tamirat parasını alayım da vereyim. Aynı
teraneyi İngiltere’de Amerika’ya söylüyor. Bize gelince anlaşılıyor ki Garp(Batı) sermayedarları, sen elem içinde çalış, bütün mahsulünü ben zevk-ü sefa içinde yiyeceğim diyor.

Mazhar Müfit Bey isyanında haklıydı.

Kazandığımız bir savaş sonrasında bu kadar çok taviz verilir miydi? Ya da soruyu tersten soralım. Osmanlı’nın borçlarını genç cumhuriyetin omzuna kim yıktı? Ve daha da yakıcı soru… Musul’u ve Kerkük’ü bırakmamızı kimler istedi?
Neyse…

(Unutumadan belirteyim. Türkiye Osmanlı borçlarının son taksitini 1954 yılında kapattı. Hem de tüm faizleriyle… )

Dönelim Merkez Bankasına…
Güçlü bir Maliye’nin kurulabilmesi için para politikalarının düzenlenmesi gerekiyordu. Bunun önünde de iki büyük engel vardı. Birincisi Osmanlı’dan devralınan borçlar, ikincisi bir merkez bankasının olmayışı. Birincisi halledilmişti. En azından ödeme planına bağlanmıştı. Ama merkez bankasının olmayışı ciddi sorundu. Halen devletin tüm parası ve işlemler Osmanlı Bankası üzerinden yürütülüyordu.

İsmet Paşa’nın hükümet programında dile getirdiği “Devlet Bankasına ait kanun taslaklarını bu sene Büyük meclise takdim edeceğiz. Bir seneye kadar bir zaman zarfında da Cumhuriyet Bankası’nın küşadının çıkacağını ümit ediyorum.” şeklindeki sözleri Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşunun ilk ve en önemli sinyali oldu.


Aslında Lozan’a göre banknot ihraç etme yetkisine sahip Osmanlı Bankasının 1924 yılında sözleşmesi sona erecekti. Ancak Osmanlı Bankasını bir devlet bankasına dönüştürme çabalarının sonuçsuz kalmasıyla sözleşmenin yeniden uzatılması gerekliliği doğdu. Hükümetin bazı isteklerini de yerine getirme karşılığında Osmanlı Bankasının sözleşmesi uzatıldı.

Bununla beraber merkez bankasının kuruluşunda öncü rolü oynamak üzere bir yarışta başlamıştı. Ziraat Bankası ve İş Bankası Merkez bankasının kuruluş sürecinde etkin rol almak üzere birbirleriyle yarış halindeydiler.

Ama bu iki milli bankamıza banknot ihraç etme yetkisi verilmedi.

Yeni ve bağımsız bir banka kurulacaktı. 1928 yılında Türkiye’ye davet edilen Hollanda Merkez Bankası İdare Meclisi Üyesi Dr. G. Vissering, özerk merkez bankası için bir rapor
hazırladı. Onu İtalyan Uzman Kont Volpi izledi. Lozan Üniversitesinden Prof.
Leon Morf’un desteğiyle Merkez Bankası yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı, TBMM’de
11 Haziran 1930 tarihinde kabul edildi.

Artık bizim de bir Merkez Bankamız vardı. Ama durun…Peki ya hisseler kime aitti? Öyle ya…Yüzde yüz türk hissedarların oluşturduğu Ziraat ve İş Bankası tercih edilmediğine göre…

Bankanın hisseleri (A), (B), (C) ve (D) sınıflarına ayrıldı. A sınıfı hisseler Hazineye ait olacaktı. B sınıfı hisseler milli bankalara, C sınıfı hisseler yabancı bankalar ile imtiyazlı şirketlere, D sınıfı hisseler ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişilere ayrılmıştı.


Kuruluşunda özerkliği korumak için sadece % 15 i hazinenin elinde tutuluyordu. Kalan hisseler dağıtılmıştı.

İşte dağıtılan bu hisselerin bir kısmı da İngiliz Bankaları ve yatırımcılarınındı. Daha doğrusu İngiliz tefeci ve bankerlerin. Başka ülkelerde vardı hissedar olan. Fransız , İtalyan, vs. Bugün ise Merkez Bankamızın % 54.73’ü hazineye ait.

Kalan 45.27 lük hisse ise milli bankalar, diğer bankalar ve şahıslara dağılmış durumda.
Diğer Bankaların içerisinde yabancı bankalarda var. İngiliz ve İtalyan Bankaları
ilk sırada. Şahıslar kimler diye araştırdım. Şahıs olarak en büyük hissedar
Ankaralı bir Yahudi vatandaşımız çıktı.

***

Evet işte böyle…

Yine Küresel bir soygun var…Yine ona bağlı bir küresel ekonomik kriz var…Ve
yine iki ailenin güdümündeki emperyalizm Ortadoğu ülkelerinin başına çöküyor.

Ve yine Merkez Bankasından talep edilen oran değişmiyor. % 15!

Tıpkı 1929 da yaşadığımız gibi…


GÜRKAN HACIR / AKŞAM
28 Ağustos 2011

Osmanlı'nın kağıt on parasının üzerindeki altı köşeli siyonist yahudi yıldızını kim koydu?

Osmanlı'nın kağıt on parasının üzerindeki altı köşeli siyonist yahudi yıldızını kim koydu?


Osmanlı Devleti'nin son döneminde on para denilen banknotun üzerine bile altı köşeli siyon yıldızı konulmuştur. Zira o dönemde İttihat ve Terakki Partisi denilen Kripto/gizli  Yahudi, Siyonist ve Sabetayistler iktidarı ele geçirmişler, padişahın iradesini devre dışı bırakmışlar ve istediklerini yapmışlardır...

Osmanlı parasına Siyon yıldızı konulduğunda İttihat ve Terakki'nin maliye bakanı Cavid bey idi... Cavid Bey, hain Sabetayist gizli Yahudilerin en mutaassıp kolu olan Karakaşilerin dini lideriydi.. Sonra, Cumhuriyet döneminde Karakaşi ve Kapani denilen Sabetaycı gurupların iç çekişmelerinden dolayı idam edildi... Cavid Bey'in idam edildiği İzmir suikasti meselesi tamamen bir Karakaşi-Kapani çarpışmasıydı. Asılanlar Karakaşiler, asanlar ise Kapânilerdi. Aynı, daha sonraki süreçte Sabetayist Ali Adnan Ertekin Menderes'in idamında olduğu gibi...

Bu dönemde değil Osmanlı parası, Osmanlı posta puluna dahi bu 6 köşeli Siyon yıldızı konuldu. Hatta bir çok caminin iç süslemelerine bile, halılarına bile masonik ve yahudi işaretleri konuldu. Yedi kollu ve dokuz kollu şamdan da en çok kullanılan Yahudi sembolleri olarak mümkün olabilen her yere kondu...


Kripto yahudiler Osmanlı'yı yıktıktan sonra,  Türk halkını aldatarak ve gerçek kimliklerini gizleyerek ve 
hile ile ellerine geçirdikleri yönetim erkini kullanıp yüzbinlerce masum insanımızı  katl ederek Cumhuriyeti kurdular... Cephelerde vatanı, dini ve namusu için savaşıp can veren insanımız aldatılmış, idaresi Türk ve Müslüman gözüken hainlerin eline geçmişti. Bunlar da kurdukları her yeni devlet kurumuna kendi Yahudi sembollerini koydular... Evet Osmanlı'nın son zamanlarından olduğu gibi Cumhuriyetin kuruluşu sırasında da mümkün olan her kurum ve kuruluşun logosuna zaferlerinin nişanesi olarak kendi dini motiflerini koydular... TCDD'den MEB'ye kadar her logo özenle hazırlanmıştı.
Ayrıntılı bilgi için lütfen tıklayın: 
Logolarda Gizlenen Yahudi Sembolleri - Yedi kollu Şamdanlar 

Ayrıca bakınız: Osmanlı'yı içinden sinsice yıkan topluluk; Sabetaycılar

Mehmet Fahri Sertkaya
Akademi

Abdülhamid Han'a göre Jön Türkler... Günümüz Yeni Osmanlıları, Sahte Şeyh Nazım Kıbrisi, sahte şehzade ve halife Ermeni Selim

Abdülhamid Han'a göre Jön Türkler, Yeni Osmanlılar, Genç Osmanlılar...




Abdülhamid Han'a göre Jön Türkler... Günümüz Yeni Osmanlıları, Sahte Şeyh Nazım Kıbrisi, sahte şehzade ve halife Ermeni Selim

İngilizlerin kaldırdıkları halifeliğe ihtiyaçları var... ABD başta olmak üzere bir çok ülke de aynı siyaseti uyguluyorlar... Ortadoğu başta olmak üzere dünya yeniden şekilleniyor ve güçsüz düşmüş batı devletleri her yolu deniyor... BOP için her yol deneniyor ama gerçekleştirilemiyor... Yeni proje ise artık aşikar... Kendi istedikleri ayarda yeni bir Osmanlı ve hilafet mekanizması kurarak Müslüman halkları bu oyunlarla aldatmak ve kendi menfaatlerine uygun yeni bir dünya kurup yıkılışlarına, batının çöküşüne mani olmak...

Osmanlı'yı kandırılan gençler eli ile yıktılar. Aynı güçler şimdi de “Yeni Osmanlıcılık” oyunu sahneliyorlar. Yine hedef, yeniden yapılanan dünyayı kendi menfaatlerine göre şekillendirmek. İngiliz ajanı sahte şeyh Nazım Kıbrısi eli ile kendi istedikleri ayarda bir Osmanlı ve hilafet getirmeyi bile düşünüyorlar. Zaten Sahtekar Nazım Kıbrısi'nin yanında dolaştırıp Osmanlı şehzadesi diye tanıttığı kişinin bir Ermeni olduğu ispat edildi...

Bakın Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han kendi devrinde dış güçlerin oyuncağı olup Osmanlı'yı yükselttiğini zan ederken farkına bile varmadan Osmanlı'yı yıkılışa sürükleyen gençler hakkında hatıratında neler yazmış... İşte Abdülhamid Han'a göre Jön Türkler yada Yeni Osmanlılar... (Günümüzde kendini Yeni Osmanlı zan eden gençler mutlaka okumalılar.)



*****

“... Ve daha garib bir tecelliye bakınız ki, “Genç Osmanlılar”ı da “Jön Türkler”i de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi!.. Bunların dediği yapılırsa, Osmanlı İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!... Bârî son kalan bir avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?.. İnşaallah!..



Evlâdım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati, koskoca yeryüzünü gezip tozdukları hâlde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdâd kanı ile sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar!

Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleriyle dalaşıyorlar, ama Osmanlıları bölüşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu hâlde, bu düşüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir mânâ çıkaramıyorlardı ?

Söyledim, yine söyleyeceğim, anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi bir çok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrûtiyet, ülkenin unsur-i aslîsi için (temel unsur) ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir Cezâyirli meb’ûs varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Arap meb’ûsu bulunmasını istemeye kalkıyorlar!..

Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular!

Kendilerine “Jön Türkler” denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir te’sirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi...

Fakat ben buna rağmen, kendileriyle ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bâzı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesiyle büyük yardımlarda bulundum, bâzı kimselerin memleketten para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefetleri yanlış da olsa namuslu kalsın diye!..

Ahmed Celâleddîn Paşa’nın Mısır’da Ali Kemâl Bey’den aldığı mektubu görmüştüm. Bu mektup her hâlde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Bahaddîn Şâkir, Dr. Nâzım, Dr. İbrâhim Temo’nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımıyla yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gösteriyordu.

Avrupa’da, Mısır’da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat mason locaları, bütün tâkiblerimize rağmen? “İttihâd ve Terakkî’ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak hâline geldiler. İşte Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin hikâyesi de budur.”



Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri; sh. 60



Yeni Osmanlılar değil, Osmanlı kılığındaki sahtekarlar...
ingiliz ajanı sahte şey nazım kıbrisi ve sahte şehzadesi ermeni selim han ve sözde yeni osmanlılar
Ayrıntılar için: http://gerceknazimkibrisi.blogspot.com/

Birleşmiş Milletler‛in "Uzaylılara Hoş Geldin Komitesi" neyin nesi? Mars'ta canlılar kanıtlandı - Uzayda hayar var

Birleşmiş Milletler‛in "Uzaylılara Hoş Geldin Komitesi"  neyin nesi? Mars'ta canlılar kanıtlandı - Uzayda hayar var


Mars'ta canlılar kanıtlandı!
Çağın en sansasyonel konusu uzaylılar. Bununla ilgili gazete haberleri, bilimkurgu filmleri, kitaplar ve şimdi de BM’nin uzaylıları karşılamak üzere atayacağı elçi meselesi gündemde. 




Espri düzeyinde ele alınan konuyu yıllarca NASA’da çalışan Neva Çiftçioğlu’na sorduk: Uzayla dalga geçilir mi?

Uzayda hayat var mı yok mu? Evrende yalnız mıyız? Bizi ziyarete gelecekler mi, geliyorlar mı, geleceklerse ne zaman? Bize benziyorlar mı? Yoksa tepelerinde bir gözleri ve üç kolları mı var? Renkleri yeşil mi? Her konuşulan şey, ortaya atılan her teori biraz Cem Yılmaz esprisi gibi. Geçen hafta BM’den sızan “uzaylılara hoş geldin komitesi ve elçi atanması” haberi bu kez espri düzeyinde kalmayacak gibi! Hükümetlerin UFO’larla ve uzaylılarla ilgili birimler oluşturduğu, gizli toplantıların yürütüldüğü biliniyor. Habertürk Gazetesi’nde Bilim-Yorum köşesinin yazarı olan, yıllarca NASA’da çalışan değerli bilim kadını Neva Çiftçioğlu, “uzaylılarla görüşecek elçi” haberinin şakaymış gibi sunulmasını tehlikeli buluyor. “Hoş geldiniz uzaylılar” ekibinin kurulmasına ve haberin sonradan yalanlanmasına dair ise, “NASA böylesine bir haberi verip daha sonra geri çekecek kadar amatör bir kurum değil” diyor.

BM, uzaylılarla ilk temas kuracak kişinin astrofizikçi Mazlan Othman olacağını açıkladı. Ancak sonra bu duyuru yalanlandı. İnsanların da kafası karıştı

Maalesef toplumlar Hollywood filmlerinde seyrettikleriyle ve kulaktan dolma bilgileriyle, bir hayal âleminde kendilerine uzayla ilgili bilgi dağarcığı oluşturmuş durumda. Neyin gerçek neyin bilimkurgu olduğu konusunda insanların büyük çoğunluğunun kafası karışık. Dünya dışı yaşamlar gibi ciddi konularla ilgili tartışmalarda; “Uzayda kesinlikle yaşam” vardır diyenler sanki arka bahçelerinde uzaylılar varmış gibi, “Kesin yoktur” diyenler de yıllardır uzay gemileriyle galaksi galaksi hayat aramış da bulamamış gibi konuşuyorlar. Bir insanın herhangi bir teoriye “İnanıyorum” ya da “İnanmıyorum” diyebilmesi için o konunun uzmanı olması ya da bizzat konuyla ilgili kendi tecrübesi olması gerekir. Medya karşısına çıkıp toplumu bilgilendirme sorumluluğunu alarak konuşan kişi en azından uzaydan, yaşam kelimesinin tanımından, kendi gezegeni hakındaki bilgilerden bihaber olmamalıdır.

UZAYDA YALNIZ DEĞİLİZ 

Siz uzaylılara inanıyor musunuz? Yoksa evrende yalnız mıyız?

Bu soruyu yanıtlarken birçok kişi “Olabilir de olmayabilir de” tarzında politik yanıtları tercih ediyor. Ama ben direkt olarak “Uzayda yalnız olduğumuza inanmıyorum” diyebiliyorum. Senelerce NASA Johnson Uzay Merkezi’nde “uzayda hayat araştırma” grubunda, Mars’tan gelen meteoritler üzerinde nanometre boyutlarında mini canlıların olma ihtimalini araştırdık. Bunun doğruluğunu kanıtlayan veriler elde ettik. Dünya dışı yaşamın olabilmesi için pozitif veriler listesi gün be gün uzuyor. Mini canlıların varlığı, makro canlıların varlığına da işaret olabilir. Hem sadece gözlemlenebilir 100 milyarı aşkın galaksiden bahsedilirken bu sistemler içerisinde yalnız olduğumuzu düşünmek bana mantıklı gelmiyor. Ama var olabilecek yaşamların bize veya bizim onlara ulaşabilme olasılığımız, teknolojik kapasitemiz tartışılır.

BAŞKA YAŞAM KRİTERLERİ VAR 

Dünya dışı yaşamlar araştırılırken, neden bildiğimiz yaşam standartları kriter olarak alınıyor? 

Tabii ki yaşam aranırken bir kriter listesi oluşturuluyor ve bu liste bildiğimiz standartlar doğrultusunda hazırlanıyor; şöyle soluyacak, böyle üreyecek, iki gözü olacak... Bizim yaşam kriterlerimiz listeleniyor. Ben, bildiğimiz hayat standartlarına uymayan, üreyebildiği halde bilinen tekniklerle teşhis edilemeyen, insan ve hayvan kanında yaşayan “nanobakteri” isimli mini canlılarla yıllarca çalıştım. Standart tekniklerin “Yok” dediği bu mini canlıların, kendine göre başka yaşam standartları taşıdığını gösterdim. Buna rağmen, standartlarımıza uygun canlıları fiziksel olarak tamamen farklı koşullardaki başka gezegenlerde aramamız ne kadar mantıklı olur siz karar verin.

Konu uzay, UFO’lar olunca biz meseleyi ciddiye alamıyoruz, bir yerinden sulandırmamız gerekiyor sanki... O kadar ütopik ki, kafamız basmıyor herhalde, ne dersiniz?

Okullarda uzay, gezegen, yıldız kavramları çocuklara doğru düzgün verilmiyor. Çocuklar kafalarını kaldırıp uzaya bakmıyorlar; oradaki derinlik ve olabilecekler hakkında düşünecek kadar geniş perspektif içerisinde düşünerek büyümüyorlar. Dünyanın birçok ülkesinde böyle! Toplum bu tür bilgilerden yoksunken birden bire uzaylılardan, UFO’lardan bahsedilince, ütopik bir konu olarak bakıyorlar. Gazeteciler de bilmedikleri konu üzerinde yazarken ister istemez konu “sulanıyor”. Örneğin “uzaylılarla görüşecek elçi” haberinin şakaymış gibi sunulması... Haber doğruysa burada altı çizilecek şey, ABD’nin olabilecek her şeye karşı önlem alma politikasıdır. Uzaylı gelir, gelmez; bilinmez. Ama ona karşı bile bir önlem paketi hazırlanmış olabilir. Bu bana hiç de komik gelmiyor. Bilimle ne dalga geçmek doğru, ne de onu hafife almak. Unutmamalı ki, bugün insanlık onun sayesinde ayakta duruyor!

MAZLAN OTHMAN -‘Uzaylıları karşılamayacağım’ dedi

Hafta başında Birleşmiş Milletler (BM) çevrelerinden sızan bilgiye göre Malezyalı astrofizikçi Mazlan Othman, dünyayı ziyaret etmeleri durumunda uzaylılarla ilk teması sağlayacak özel elçi olacaktı. Ancak haber bizzat Othman tarafından yalanlandı. Malezya’nın Seremban kentinde 11 Aralık 1951’de doğan Othman evli ve iki çocuk annesi. 2007’de Ban Ki-moon tarafından tekrar BM Dış Uzay İşleri Ofisi’ne atandı. Üç yıldır BM’nin pek az bilinen Dış Uzay İşleri Ofisi’nin başkanı olan Othman, bir dönem Malezya Uzay Ajansı’nın başında bulundu ve ülkenin uzay programını idare etti. Ayrıca Malezya’nın ilk astronotu olarak da uzaya gitmişti.

HAKTAN AKDOĞAN - Sirius Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi

BM son zamanlarda ayda bir gizli uzay toplantısı düzenliyor
BM, Dış Uzay İşleri’yle ilgili toplantılara 1970’lerde başladı. O yıllardan beri altı ayda, yılda bir düzenlenen bu gizli toplantılar son zamanlarda ayda bir yapılıyor. Mazlan Othman’ın elçi olarak atanacağı haberi de bu toplantılardan birinde görüşüldü ve dışarı sızdı. AP muhabiri bu bilgiye dayanarak “Bu göreve siz mi atandınız” diye sorunca, Othman da kendisine resmi bir görev iletilmediğini söyledi. BM uzun yıllardır böyle faaliyetler içinde, ama haber sızdığı için geri adım attı. Haberin asparagas gibi yayınlanması hoş değil. Hükümetler ve büyük şirketler bu bilgiyi mevcut sistemlerin değişmesinden korktukları için saklıyor. Ben dünyadaki kaosun, yanlış enerji kullanımının, insanlar arasındaki boşluğun, tatminsizliğin dış uzaydan bir etkiyle sona ereceğini düşünüyorum. UFO gerçeğinin açıklanması insanoğlu için çok pozitif bir etki yaratacak. Birçok kez UFO’larla ilgili basına kapalı, generaller ve üst düzey subayların katıldığı brifingler verdim. Türkiye hava sahasında gözlemlenen UFO olayları içinde pilotların karşılaştığı askeri olaylar da var. Türk Hava Kuvvetleri’nin ve MİT’in içinde bir UFO birimi var. Hükümet, evrende yalnız olmadığımızı açıklamalı.

Elif KEY / HABERTÜRK
3 Ekim 2010

"Uzayda yalnız değiliz ve NASA da bunu biliyor" NASA astronotu Edgar Mitchell

"Uzayda yalnız değiliz ve NASA da bunu biliyor"  NASA astronotu Edgar Mitchell


Ay’a inen Apollo 14 uzay aracının astronotu Edgar Mitchell, uzaylıların insanlarla çeşitli defalar temas kurduğunu, ancak hükümetlerin bu gerçeği 60 yıl boyunca gizlediğini iddia etti.

Dr. Edgar Mitchell, NASA’da çalıştığı dönemde Dünya’ya birçok UFO ziyareti yapıldığından da haberdar olduğunu, ancak bunların da üstünün örtüldüğünü bildirdi. Mitchell, 1947’de New Mexico’nun Roswell bölgesine UFO düşmesi olayının da gerçek olduğunu söyledi.

Mitchell, “Bu olayların üstü hükümetlerimiz tarafından son 60 yıldır çok iyi bir şekilde örtüldü, ancak yavaş yavaş dışarı sızdı ve bazılarımız bunların bir kısmı hakkında bilgi edinme ayrıcalığına sahip olduk” dedi.

1971’de Ay’daki en uzun yürüyüşü yapan Mitchell, bir radyoya verdiği mülakatta, NASA’da uzaylılarla temas kuran kaynakların, uzaylıları “bize acayip gelen küçük insanlar” diye tarif ettiklerini anlattı.

Mitchell, muhtemelen bu “hakiki ET’lerin” geleneksel koca kafalı, büyük gözlü uzaylı imajına uyduğunu söyledi.

Dünyalıların teknolojisinin uzaylılarınki kadar karmaşık olmadığını belirten Mitchell, “Uzaylılar bize düşman olsalardı, şimdiye kadar mahvolmuş olurduk” dedi.


NASA ise Mitchell’in iddialarını yalanlamakta gecikmedi. Bir NASA sözcüsü, uzay kurumunun UFO’ları izlemediğini, gerek dünyada, gerekse kainatın başka bir yerindeki uzyalıların varlığını gizleme yoluna gitmediğini söyledi.

Mitchell, Apollo 14’ün komutanı Alan Shepard ile birlikte Ay üzerinde 9 saat 17 dakika yürüyerek en uzun yürüyüşü yapmıştı.
Anadolu Ajansı - Ankara - 13 Ağustos 2008 Çarşamba 

2012-02-20

Üç Kıtanın Son Hükümdarı: Sultan II. Abdülhamid Han (Belgesel video)

Üç Kıtanın Son Hükümdarı: Sultan II. Abdülhamid Han (Belgesel video)




ı. Bölüm



2. Bölüm



3. Bölüm



4. Bölüm 



5. Bölüm




6. Bölüm

Kıyamet - II. Dünya Savaşı (Belgesel Video)

Kıyamet - II. Dünya Savaşı (Belgesel Video) - Adolf Hitler, Naziler, SS, 

II. Dünya Savaşı'nın inceleme altına alındığı bu eşsiz yapımda, nadir arşiv görüntüleri ve dramatik savaş hikayeleri biraraya geliyor.
Gizliliği kaldırılmış, renklendirilmiş ve onarılmış görüntülerle II. Dünya Savaşı daha önce hiç görülmemiş haliyle gözler önüne seriliyor.

Kıyamet, bizlere savaşa katılanlar (askerler), savaşın acısını çekenler (siviller) ve onu yönetenlerin (siyasi ve askeri liderler) trajik kaderlerindeki bu akıl almaz çatışmayı anlatıyor. Bu "korkunç ancak aşina olduğumuz" savaş, dünya çapında 50 milyon erkek ve kadını öldürerek askeri ölümlerin yanı sıra sivillerin ölümüne de yol açan ilk savaş oldu.

Belgesel her ne kadar tipik bir Yahudi bakış açısıyla ve sanki koca savaşta sadece Yahudiler katl edilmiş gibi anlatımla hazırlamışsa da, II. Dünya Savaşı'nın genel hikayelendirmesi anlamında çok başarılı...




1. Bölüm







2. Bölüm




3. Bölüm




4. Bölüm




5. Bölüm




6. Bölüm

İstenilen kişi biyonik bir robota dönüştürülebiliyor. İnsanların zihinleri, düşünceleri, duyguları, rüyaları ve hareketleri kontrol edilebiliyor

İstenilen kişi biyonik bir robota dönüştürülebiliyor. İnsanların zihinleri, düşünceleri, duyguları, rüyaları ve hareketleri kontrol edilebiliyor. Zihin kontrolü


Alanı insan zihinleri olan savaş!

9/11 saldırıları bugüne kadar kullanılan; ancak açıklanmayan bir kısım bilimsel tekniklerin de birer birer açıklanmasına yol açıyor. Bugüne kadar “komplo teorisi” olarak adlandırdığımız bir kısım teknikler artık terör hareketlerinin önceden haber alınabilmesi amacıyla kamuya açık alanlarda da kullanılmaya başlandı!

Washington Times’ın dünkü nüshasında havaalanlarına yerleştirilecek güvenlik tarayıcılarıyla yolcuların beyinlerinin okunacağı ve teröristlerin bu şekilde deşifre edileceği belirtiliyor. Sistem şöyle işleyecek:

Sistem, beyin dalgalarını ve kalp atış ritimlerini alacak, analiz edecek ve böylece tehdit olabilecek yolcular ortaya çıkarılacak.

Bu haberi okuyunca beyin dalgalarım otomatik olarak Aydoğan Vatandaş adına kilitlendi. Onun bu konularda yazdığı kitaplara Türk halkının ilgisi çok yüksek. Özellikle “Agharta– Elektromanyetik savaş başladı” (Timaş Yayınları) adlı kitabı altı baskı yaptı. Bu kitap 11 Eylül saldırılarından önce yazılmıştı. Ama yayınlanması 11 Eylül saldırısından bir hafta sonraya tekabül etti.

Bir kere beyin dalgalarının frekanslarının da tıpkı parmak izleri gibi her insanda farklı olduğu ve birbirine asla benzemediğini, bunun da işleri çok kolaylaştırdığını belirtelim. Beyin dalgalarının görüntü haline dönüştürülmesi ile insanların ne düşündüğünü görme çabası bu tekniğin varacağı son nokta.

Yalnız bu sistem sadece terör eylemlerini ortaya çıkarmak için değil, bizzat teröre de hizmet edebilme potansiyelini taşıyor. Hatta 11 Eylül saldırılarının beyin kontrolü yoluyla yapıldığı bile iddia ediliyor.

Bize çok uçuk geliyor; ama bu konudaki çalışmalar her geçen gün hayatımıza daha fazla girmeye başladı. Tehlikesi şu: Elektromanyetik dalgalar gönderilerek insanlara rüya gördürülebiliyor, olmayan bir şey varmış gibi hayal gördürülebiliyor, sanal bir kısım görüntüler sürekli insan beynine gönderilebiliyor ve insan istem dışı bir kısım eylemlere yönlendirilebiliyor vs.


İBDA–C lideri Salih Mirzabeyoğlu, DGM’de kendisine elektromanyetik dalgaların kullanımı ile beyin kontrolü operasyonu yapıldığını iddia etmişti!

Bu proje, dünyada elektrik taşıyan her şeyin çevresinde bir manyetik alan olduğu ve bu alanların elektromanyetik dalgalar yaydığı teorisine dayanıyor. NSA, geliştirdiği elektronik aygıtlar ve ajanları sayesinde her insanda farklı olan ve 3–50 Hertz arasında değişen dalga boyutunu tespit edebiliyor. Hedef kişinin yaydığı elektromanyetik dalga boyutları tespit edildikten sonra bu veri NSA’nın bilgisayarlarına veriliyor ve bu bilgisayarlar ve uydular aracılığı ile o kişi 24 saat izleniyor. O kişi tam bir denetim altına alınıyor, yönlendirilebiliyor, düşünceleri okunabiliyor. Konuşmaları dinlenebiliyor, gördükleri seyredilebiliyor, sadece onun duyabileceği sesler yayınlanabiliyor, sadece onun görebileceği görüntüler gösteriliyor, ona her türlü bedeni acı verilebiliyor. Yani kişi NSA’nın canlı bir robotu haline getiriliyor. 



Bu robot söz dinlemezse karşılığını, her türlü bedeni acı çektirilerek ödüyor. Bu işkenceciler, bizimkiler gibi ‘as Filistin askısına, çevir manyetoyu, sık tazyikli suyu, yatır falakaya, sok copu’ gibi gürültülü patırtılı, zahmetli külfetli olarak yapmıyor, sadece önlerindeki bilgisayarın tuşlarına dokunarak bunu yapıyor. Dokunuyorlar tuşa, hafıza kaybı ve davranış bozuklukları oluşuyor. Dokunuyorlar, göz kapaklarında ani ve şiddetli kaşınmalar oluşuyor. Dokunuyorlar, duyulan sesin yönü, şiddeti ve içeriği değişiyor. Solunum yollarını denetleyerek konuşmanızı bozuyorlar. Genital bölgede kaşınma, beklenmedik orgazm veya yoğun acı hasıl ediyorlar. Rüyalarınızı denetliyorlar. Birkaç dakika boyunca ayak parmaklarını istem dışı olarak 90 derece döndürebiliyorlar.

Aslında bu çalışmalar yeni değil. 50 yıl öncesine dayanıyor. 1996 yılında yayımlanan “Beyin Kontrolü ve Tanımlanamayan Gizli Hükümetler” adlı kitabında Daniel Brandt, bir insana hipnozla bir cinayet işletilebileceğini iddia ediyor. Bazı uyuşturucu maddeler de insanların beyinlerinin kontrol altına alınmasında kullanılabiliyor.

New York Times gazetesinin l6 Temmuz l977 sayısında şöyle bir haber yayınlandı: “ABD, insanlığın esir edilebileceği görünmez silahlar geliştiriyor.”

CIA, psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırdı. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harp görünmez, muharebe sahası ise insan zihinleridir!

Bu yazının uçuk kaçık bir yazı olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!


Nuh Gönültaş
Gazeteci-Yazar
19.08.2002

Düşünceler ve Rüyalar Bilgisayara kayıt edilebiliyor. Düşüncelere ve rüyalara müdahale edilebiliyor

Düşünceler ve Rüyalar Bilgisayara kayıt edilebiliyor. Düşüncelere ve rüyalara müdahale edilebiliyor. Zihin/Beyin Kontrolü



Uzaktan Nöral Denetim

Bir süre önce NASA tarafından uzaydaki astronotlar için DÜŞÜNCELERİN BİLGİSAYARA KAYDEDİLMESİ ile ilgili bir makale yayınlandı. Merak edenler bu makaleye göz atabilirler. (Makale adı : SUBSPEECHES)

Bu teknoloji ile ilgili ayrıntıları web üzerinde bir çok kaynakta bulabilirsiniz. Ancak en bilinenleri GEORGE FARQUAR ve PROJECT FREEDOM, Prof.Dr. Jose DELGADO ve Zihin Kontrolü çalışmalarıdır.

Projenin başlangıcı 2.Dünya Savaşında Yahudi Bilim adamları tarafından BERGSTRASSE denilen bölgedeki labaratuarlarda başlatılmış, savaşın sona ermesi ile proje ABD Askeri
Laboratuarlarına taşınmıştır. Şu an için bu projenin 250 farklı versiyonu üzerinde dünya üzerine yayılmış bir çok tıbbi ve teknolojik laboratuarlarda devam ettirilmektedir.

Hatta proje bir ara o kadar ses getirdi ki, MEL GIBSON ve JULIA ROBERTS"ın oynadığı CONSPIRACY THOERY – KOMPLO TEORİSİ filmine konu oldu.

Ancak, ZİHİN KONTROLÜ projesi ile HASSAS TAKİP konusunu birbirinden
kesinlikle ayırmakta yarar görüyoruz.

İlkinde duruma göre kişi yada gruplara yönelik ağır ve şiddetli bir psikolojik baskı, psikolojik faktörler kullanılarak bilinen sorgu metodları uygulanmaktadır. Bu şekilde ağır psiko-şiddete uğrayan kişi yada gruplara her an “SENİ İZLİYORUZ” mesajı değişik obje,
ekipman ve personel kullanımıyla devam ettirilmektedir.

İkincisinde kaynaklara göre, kişi yada grupların zihinleri nano-teknolojik cihazlarla incelenebilir ve görülebilir. Oto kontrolü ve tüm psikolojik ve fiziksel yapısı yönlendirilebilir. Verimli bir sorgulama metodudur.

Tüm bu teknolojilerin, İNSAN HAKLARI yada BİREYSEL HAYATIN MAHREMİYETİ gibi konularla nasıl bir uyum içerisinde olduğunu da sizlerin ve okuyucuların takdir ve görüşlerinize bırakıyoruz.

Şimdi gelelim projenin sistematiğine...

Bir cismin bioelektrik alanı uzaktan algılanabilir, böylece cisimler bulundukları herhangi bir yerde denetlenebilirler. Özel EMF cihazıyla sistem operatörleri, kripto-şifre çözücüleri (EEG"lerden) üretilen potansiyelleri uzaktan okuyabilirler. Bunlar bir kişinin beyin durumlarina ve düşüncelerine kodlanabilir. Bu durumda kişi, uzak bir mesafeden mükemmel olarak denetlenir. İstihbarat personeli, “İşaret İstihbaratı”nın elektromanyetik tarama ağının kadranında çevirerek, ülkedeki herhangi bir şahsa çevirir ve İstihbarat teşkilatı"nın bilgisayarları o şahsı belirler ve günde 24 saat takip eder. İstihbarat Teşkilatı, Türkiye"deki herhangi bir şahsı seçebilir ve onu izleyebilir.

İstihbarat Teşkilatı “İşaret İstihbarat”, “Uzaktan Nöral(Sinir) Denetimi ve Elektronik Beyin Bağlantısı” için, “Elektro Manyetik Beyin Uyarılması”nı kullanmaktadır. (İonlaşamayan elektro manyetik alan) radyasyonu üzerine, nörolojik araştırmayı ve bioelektirik araştırma ve gelişmeyi içeren 1950"li yılların MKULTRA programından beri, “Beyin Uygulaması” gelişme hâlindedir.

Elde edilen gizli teknoloji, Ulusal Güvenlik Arşivlerinde, “Radyoaktifliği ve nükleer patlamaları içermeyen ve çevrede bulunan bir kaynaktan istemeyerek (kasıtlı olmayan bir
şekilde) yayılan elektromanyetik dalgalardan oluşan bilgi” olarak tanımlanır ve “Işinim İstihbaratı” olarak sınıflandırılır. İşaret İstihbaratı, Amerika ve dost ülkeler yönetiminin diğer elektronik mücadele programları gibi, bu teknolojiyi de, gizli olarak yürütmekte ve muhafaza etmektedir. İstihbarat Teşkilatı, bu teknoloji ile ilgili mevcut bilgileri denetlemekte ve bilimsel araştirmalari halktan gizlemektedir. Aynı zamanda bu teknolojiyi
gizli tutmak için uluslar arası istihbarat anlaşmalari da vardir.

İstihbarat teşkilatı bilgisayarında üretilen beyin planlaması, beyindeki elektriksel faaliyetleri sürekli olarak denetlemektedir. Ulusal Güvenlik gayesiyle istihbarat teşkilatı, binlerce insanın ferdî beyin haritalarını kaydetmekte ve şifrelemektedir. Elektro
manyetik alanla “Beynin Uyarılması”, beyin-bilgisayar bağlantısını sağlamak için, meselâ, askerî savaş uçaginda ordu tarafindan gizlice kullanılmaktadır.

Elektronik gözetim amacıyla, beynin konuşma merkezindeki elektrik faaliyetleri, kurbanın sözlü düşüncelerine çevrilebilir. Kulağı devre dışı bırakarak, ses haberleşmesinin dogrudan beyne gitmesini saglayarak, Uzaktan Nöral Denetim, şifrelenmiş işaretleri, beynin
işitme korteksine gönderebilir. İstihbarat ajanları bunu, paranoid şizofreninin karakteristiği olan işitsel halisünasyoları taklid ederek, kurbanların gizli olarak takatini kesmek için
kullanabilirler.

Kurbanla herhangi bir temas olmaksızın, Uzaktan Nöral Denetim, bir kurbanın beynindeki görsel korteksteki elektirik faaliyetlerini planlayabilir ve kurbanın beynindeki tasvirleri (görüntüleri) bir videonun monitöründe gösterebilir. İstihbarat ajanları kurbanın
gözlerinin gördüğü her şeyi görürler. Görsel hafıza da görülebilir. Uzaktan Nöral Denetim gözleri ve optik sinirleri atlayarak (devre dışı bırakarak), doğrudan görsel kortekse görüntü gönderebilir. İstihbarat ajanları, beynin programlama gayesi için, gözetim altındaki kişi REM uykusunda iken, onun beynine gizlice görüntü yerleştirmek için bunu kullanabilirler.

Birleşik Devletlerde, 1940"lı yıllardan beri, İşaret İstihbaratı ağı vardır. NSA"nın Ft. Meade"de kişileri izlemek ve bunların beyinlerindeki işitsel-görsel bilgileri -tecavüzkar olmayan bir biçimde- denetlemek için kullanılan iki yönlü geniş bir, Uzaktan Nöral Denetim sistemi vardır. Bu işlerin tümü, kişiyle fizikî bir temas olmadan yapilir. Uzaktan Nöral Denetim metodu, gözetim ve yurt içi istihbarat için esas metodtur. Konuşma, üç boyutlu ses ve şuuralti ses, kişinin beyninin işitme korteksine (kulaklari by pass edilerek) gönderilebilir ve görntüler görsel korteksin içine gönderilebilir. Uzaktan Nöral Denetim, kişinin algılarını, ruh durumunu ve motor kontrolünü degiştirebilir.

Konuşma korteksi / işitsel korteks baglantısı, istihbarat toplumu için esas haberleşme sistemi oldu. Uzaktan Nöral Denetim, görsel- işitsel beyin ile beyin arasında veya beyin ile bilgisayar arasında tam bir bağlantıya izin verir

NSA-SIGINT (Ulusal Güvenlik Teşkilatı İşaret İstihbaratı) insan beyninden yayılan 5 miliwottluk ve 30-50 Hz"lik uyandırılmış potansiyellerin şifrelerini digital olarak çözerek, insan beynindeki bilgileri uzaktan ve (tecavüzkar olmayacak bir biçimde) denetlemek için hususi yeteneklere sahibtir.

Beyindeki nöral hareketlilik değişen bir manyetik akıya sahib olan değişen bir elektirik özellik yaratır. Bu manyetik akı 30-50 Hz"lik ve 5 milimetrelik sürekli bir elektromanyetik dalga çıkarır. Beyinden gelen elektromanyetik emisyonda ihtiva edilen şeyler “uyandırılan potansiyeller” olarak adlandırılan (enserler ve desenlerdir.). Her düşünce, reaksiyon, motor kumandası, işitsel olaylar ve görsel görüntü için beyindeki bir “uyandırılmış potansiyel” veya “uyandırılmış potansiyeller kümesi” karşiligi vardir. Beyinden yapilan EMF emisyonunun şifreleri, beyninde geçerli fikirler, düşünceler, görüntüler ve sesler haline gelmesi için, çözülür.

NSA SIGINT, bilgileri (sinir sistemi mesajları gibi) istihbarat ajanlarına aktarmak ve gizli operasyon yapılacak kişilerin beyinlerine (onlar tarafından farkedilemeyecek bir şekilde) aktarmak için, bir haberleşme sistemi olarak EMF ile aktarılan Beyin Uyarılması"nı kullanmaktadır.

EMF ile Beynin Uyarılması, sonuçta beynin nöral devrelerinde ses ve görsel olayların oluşması için beyindeki uyarılacak potansiyelleri, kobayları tetiklemek için şifrelenmiş ve pulslanmış karmaşık elektromanyetik işaretler göndererek çalışır. EMF ile Beyin Uyarılması kişinin beyin hallerini değiştirebilir ve motor kontrolünü etkileyebilir.

İki yönlü elektronik Beyin Bağlantısı, sesi (kulakları by pass ederek) işitsel kortekse aktarırken ve donuk (belirsiz) görüntüleri, (optik sinirleri ve gözleri by pass ederek), görsel kortekse aktarırken, nöral görsel-işitsel bilgileri uzaktan kumanda ederek,
yapılır. Görüntüler beyinde sabit olmayan iki boyutlu ekrandaki gibi zuhur eder.

İki yönlü elektronik Beyin bağlantısı gelişmiş tüm istihbarat servisleri personeli için esas haberleşme sistemi haline gelmiştir. (Bu servislere ülkemiz serevislerini de ekleyebiliriz) Uzaktan Nöral Denetim (RNM, insan beynindeki bioelektirik bilginin uzaktan denetimi) esas gözetim sistemi hâlini almıştır. Bu Batılı Devletler İstihbarat Topluluğu"nda sınırlı sayıdaki ajan tarafından kullanılmaktadır.

2012-02-19

Yarın Onlar Bana Sorulacak

Yarın Onlar Bana Sorulacak
Ashâb-ı Kirâm'dan Eslem (r.a.) anlatıyor:

Hz. Ömer halifeliği zamanında gece dolaşırken bir evde çocukların ağladığını duydu. Bunun üzerine kapıya yaklaşarak, "Bu çocuklar niçin ağlıyorlar?" diye sordu. Bir kadın kapıyı açtı ve 'Onlar açlıktan ağlıyorlar.' dedi. 'Peki, öyleyse bu ateşin üzerindeki tencere nedir?' diye sordu. 'O tencerenin içine su doldurdum, uyutuncaya kadar bununla onları meşgul ediyorum.'

Bunun üzerine Hz. Ömer ağlamaya başladı. Sonra hemen kalkıp sadakaların konulduğu beytülmâle geldi. Eline bir çuval alıp iyice doluncaya kadar içine un, iç yağı, yağ, hurma, giyecek ve bir miktar para koydu. Sonra bana "Ey Eslem! Çuvalı omzuma kaldır" dedi.

Ben "Ey mü'minlerin emiri! Siz bırakın ben götürürüm." dedim.

Bana, "Ey Eslem! Bu çuvalı ben götüreceğim. Çünkü yarın kıyamet gününde onların hesabı ancak bana sorulacak." dedi. Çuvalı omzuna alıp o kadının evine getirdi. Tencereyi alıp içine biraz un, biraz iç yağı ve bir miktar hurma koydu ve karıştırmaya başladı. Bir taraftan da tencerenin altındaki ateşe üflüyordu. Öyle ki sakallarının arasında dumanın çıktığını gördüm. Nihayet onlara yemeği pişirdi. Kendi elleriyle tencereden yemeği alıp onlara yedirdi, karınlarını doyurdu.

Sonra kalkıp onların yanlarına oturdu. Sanki bir aslan gibiydi, ben bir şey söylemeye korktum. Çocuklar kalkıp oynamaya ve gülmeye başlayana kadar bekledi. Sonra kalkıp "Ey Eslem! Onların yanında neden beklediğimi biliyor musun?" diye sordu.

Ben de "Hayır bilmiyorum." dedim.

Dedi ki "Onları ağlarken gördüm. Onların güldüklerini görmeden bırakıp gitmeyi istemedim. Onlar gülmeye başlayınca benim içim de rahat etti."

Sefil Çocuk! Buraya Gel! Ben kaputsuz da ölürüm

Sefil Çocuk! Buraya Gel! Ben kaputsuz da ölürüm


Muallim Hacı Selim'in "Anadolu Harpzedeleri" isimli hatıratından Birinci Dünyâ Harbini anlatan bir ibret manzarası:

 "Of!... bir kere görmüş olsa idiniz. Ne dehşetli bir yer! İnsan söylemekten âciz!...

Yolun iki tarafı kana bulanmış, bir çok insan cenâzeleri, hayvan leşleri, kırık araba ve tüfek parçaları dolmuştu. Diri bir kimse yoktu! Ben korkudan yaprak gibi titriyor ve ağlıyordum...

Kana bulanmış bir asker torbası buldum ve sevindim. İçinde dört parça ekmek vardı. Ekmeği yiyerek, ayağım topallayarak nereye gittiğimi bilmeden yürürken yolun kenarındaki cenazeler arasından:

"Sefil çocuk, buraya gel!" sesini işittim ve dönüp baktım ki; yüzü gözü korkunç bir halde, kana, çamura bulanmış genç bir Türk zabiti arkasındaki kaputu (paltoyu) zorlukla çıkardı ve: "Al ve giy, soğuktan telef olma!" dedi. Ben de hayretle:

"Amca! Böyle vakitte elbiseye senin benden çok ihtiyâcın vardır!" dedim. Zavallı, yürek parçalayan bir âh çekerek;

"Evlâdım! Ben kaputsuz da ölürüm. Belki bu kaput sebebiyle bir Müslüman çocuğu kurtulur!" dedi ve takatsiz yıkıldı.

Ne cömertlik, ne erlik!...

Kur'an-ı Kerim Kadını Dövmek Konusunda Ne diyor?

Kur'an-ı Kerim Kadını Dövmek Konusunda Ne diyor?

Müslüman, Kur'an'ın her hükmüne inanır ve boyun eğer. Dayak yiyin dese dövülmeye, ölün dese ölmeye razı olur. Nitekim, "Allah için, vatan için, mukaddes değerleriniz için ölürseniz şehit olur cennete gidersiniz" buyurulduğu için, her Müslüman şehit olmak için can atmaktadır.

Ölüme bile seve seve giden kadın-erkek iman sahipleri, din-iman uğrunda dayağa haydi haydiye razıdırlar. Hiçbir Müslüman kadın, şimdiye kadar Kur'an'ın "İtaatsizlik eden kadını dövün"' emrine itiraz etmemiş, "Ben hem başıma buyruk hareket eder, itaatsizlik ve geçimsizlik ederim hem de kimse bana el kaldıramaz" gibi mantıksız bir laf etmemiştir.

Zaten, Müslüman demek, Kur'an'ın bütün emirlerini kabul eden kimse demektir. Değil yüz, iki-yüz, ikiyüz otuz âyet... tek bir âyeti bile kabul etmeyen Müslüman sayılmıyor.

Gelelim kadınların dövülüp dövülmeyeceği meselesine...

Eğer Kur'an'da böyle bir hüküm varsa -ki vardır-buna Müslüman kadınların boynu kıldan incedir.
Nitekim, Allah'a ibâdetle meşgul olan kesimden hiçbir itiraz sesi gelmemektedir. Bütün itiraz ve ciyaklamalar, yüce Yaratıcımızın bütün emirlerini ayaklar altına alan kesimden gelmektedir.

Kitabımız ölün derse ölürüz, dövülün derse dövülürüz... Onlara ne?

Onlar önce hangi inancı taşıdıklarını söylesinler. Kur'an'a inanıyorlar mı, inanmıyorlar mı bilelim.
Hayır! Bîr türlü söyletemezsiniz; söylemezleeer...
Müslümanlardan, durup dururken kadınları dövün diyen mi var?
Kadın, her türlü geçimsizliği yapacak, evi yaşanamaz hale getirecek, buna rağmen erkek sesini çıkaramayacak...

Bunun arkasında yatan düşünce, olsa olsa şudur: Türkiye'de bütün evler yaşanamaz hale gelsin. Böylece, İsveç'te olduğu gibi, erkek sadece ceketini alıp gitsin; sonunda da kahrından alkolik olsun.
Bunu mu istiyorlar?

Müslümanın El Kitabı isimli eserin yazarı Sayın Kemal Güran'ı tanırım; tanışırız. Mayıs ayı başında The Marmara Oteli'nde yapılan Uluslararası AB Şûrası'nda karşılıklı yemek yemiş, konuşmuştuk.
Efendi bir insandır. Toplantıların akabinde yazılan raporlarda kullanılan ifadelerin düzeltilme sadedinde sık sık söz alır ve yerinde düzeltmeler yapar.
Kelimeler ve manalar üzerinde hassasiyeti olduğuna şahidim. Yersiz bir şey yazmamış olması lâzım. Nitekim yazmamış.
Hayır, Hayır! Yazmamış değil.. Yazmış, yazmış...

Ne yapmış?
Kur'an'da olan bir hükmü, Nîsâ Sûresi 34'üncü âyetin manasını kitabına almış...
Aman ne büyük suç...
Buna, inançlı kesimin bir itirazı yok; olamaz da. Çünkü, Sayın Kemal Güran, bunu kendi kafasından yazmadı, Kur'an'dan aldı.
Dolayısıyla, itirazcıların başkaldırmaları Sayın Güran'a değil, Müslümanlığa, Kur'an'a ve doğrudan doğruya Rabbimizedir.

Bakalım Atatürk'ün hazırlatıp bastırdığı Elmalılı Tefsiri bu hususta ne diyor?..
"Kafa tutup itaatsizlik etmelerinden korktuğunuz, korkacak bir emare hissettiğiniz karılara gelince...
Bu durum, kadının kocasına kafa tutup, isyankâr bir vaziyet almasıdır...

Kur'an tefsircîleri, buna 'Kocasına isyan, koku sürünmemesi, kadınlık vazifesini yapmaması, kocasına önceden gösterdiği alâkayı değiştirmesi, kocasının evinde değil de başka bir yerde oturması' gibi manalar vermişlerdir.

Böyle bir hâl karşısında, önce onlara nasihat ediniz. Sonra yatakta yalnız bırakınız. Yine uslanmazlarsa hafifçe ve bir yerleri incinmeyecek şekilde biraz dövüveriniz.
Size itaat ederlerse artık üzerlerine üzerlerine gidecek sebep aramayınız. Ve önceki kusurlarını olmamış sayınız. Çünkü günahtan tevbe eden, günahı olmayan gibidir"


Elmalılı Tefsirinin yazarı Muhammed Hamdi Yazır, Atatürk'ün isteği ile yazdığı tefsirinde, Nisa Sûresi'nîn 34'üncü âyetinin izahı sadedinde aynı sayfanın dipnotunda şu notları düşüyor:
"Burada, kadın dövülür mü, diye bir soru akla gelebilir. Evet dövülmez. Fakat, bu ifadede kadın demenin, başına buyruk isyankâr karı demek olmadığı da unutulmamalıdır.
Yerine göre, insanca olmak üzere birkaç tokat, itaatsizlik düşüncesiyle ve huy olarak aşağılaşmaya doğru giden hırçın bir karıya kadınlık şeref ve terbiyesini vermek için güzel bir ders olabilir.

Şâir Ziya Paşa merhum;
"Nush ile (öğütle) yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.."
demiştir.

Zamanımızda, Kur'an'ın işbu 'Dövünüz' emrini kötü yorumlayarak dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz. (Sayın okuyucular, demek ki bu mesele o zaman da varmış ve bunu dillerine dolayanlar Müslümanlar değilmiş.) Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu âyetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada, bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısının açtığı davaya karşı, 'Hırçınlık edip kocasını kızdıran bir kadının, yediği dayaktan dolayı boşanma davası açmaya hakkı olmadığına hükmettiğini' gazeteler ilan ediyordu" (Elmalılı Tefsiri, c. 2, s. 1351)

Lütfen, insanların huzurlarını bulandırmaya çalışmayın. İnanmıyorsanız inanmadığınızla kalın. Müslümanların bu konuda bir çıkmazları yok.
Hem de siz hangi cesaretle Atatürk'ün yazdırdığı tefsirde geçen hükümlere itiraz ediyorsunuz bakiiiim! Oturun oturduğunuz yerde, tamam mı?..

Ali Eren
Gazeteci-Yazar
07/08/2000
ali eren@hotmail.com

Hıristiyanlık ve Yahudilik semavî midir?

Hıristiyanlık ve Yahudilik semavî midir?

Semavî dinler ifadesi altında, çok kere İslâm'la beraber Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de zikredildiğine şahit oluyoruz. Halbuki, bu yanlış bir sınıflandırmadır. Dinleri isim isim ele alarak, meseleye şöyle bir göz atalım.

Yahudilik veya Musevîlik: Bugün Yahudilik, ne semavî bir dindir, ne de Hazreti Musa'nın dinidir. Sadece, Hz. Musa'dan sonra Yahudi alimleri tarafından ortaya konulmuş olan ve semavî olmayan bir inanış biçimidir.

Hıristiyanlık veya İsevîlik: Bugünkü Hıristiyanlık da Yahudilik gibi semavî bir din olmaktan uzaktır. Onu da, İsa Aleyhisselâm'dan sonra gelen büyük papazlar ve kâhinler ortaya koymuşlardır.

Bu durumda, Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında "Semavî din ehli" demek doğru olmamaktadır. Onlar hakkında ancak, "Semavî kitap ehli" denilebilir.

Böyle denilmesi, Kur'an-ı Kerim'in ifadesine de uygun düşmektedir. Zira, Kur'an-ı Kerim, Hıristiyan ve Yahudiler için devamlı olarak "Kitap ehli" ifadesini kullanmaktadır.

Kur'an, onlara' "îman ehli" değil "Kur'an ehli" elediği halde bazılarının, "Hıristiyan ve Yahudiler de cennete gidecekler; çünkü onlar da iman sahibidir" demelerinin hiçbir dinî dayanağı bulunmamaktadır.

Bu sözün sahipleri, Kur'an'ın birçok ayetlerinin ısrarla "Kitap ehli" dediği Hıristiyan ve Yahudilere, Kur'an'a aykırı olarak "Onlar da iman ehlidir" demek suretiyle, Kur'an'a ters düşmüş olmuyorlar mı? Öyle ya, Kur'an ısrarla "Kitap ehli" dediği halde, onlar "îman ehli" diyorlar...

Tevrat ve İncil'i indiren Allah, o kitaplarda ismi "Yahudilik" ve "Hıristiyanlık" olan hiçbir din göndermediği içindir ki, o isimle anılan dinlere semavî dinler denilmesi doğru olmaz. Semavî dinler zaten çeşit çeşit değil, bir tanedir, onun adı da İslâm'dır.

îslâm, bütün peygamberlerin insanlığa tebliğ ettiği tek dinin adıdır.

Nitekim Kur'an, Âl-i İmran Sûresi 19. ayette; "Allah indinde tek din İslâm'dır" buyuruluyor.

Musa Aleyhisselâm'm dini de, îsa Aleyhisselâm'm dini de, İbrahim Aleyhisselâm'm dini de, Muhammed Aleyhisselâm'ın dini de İslâm'dır.

Gerçek böyle olunca, Hıristiyanlık ve Yahudiliğe nasıl semavî din denilir? Çünkü, hem Yahudilik hem Hıristiyanlık, orijinal dinin adı değil, Hz. Musa ve Hz. İsa'dan sonra, onlara gönderilen İslâm'ın bozulmuş vaziyetinin ismidir. Bozulmuş olmakla beraber, asılları hak ve gerçek olduğu için, bugün elde bulunan İncil ve Tevratlarda bazı hakikat kırıntıları  bulunabilir. Böyle olması, onlann bu şeklinin gerçek ve doğru kitap, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de semavî din olduklarını göstermez.

Bir kitap ve onun tarif ettiği din gerçek olmazsa, o dine inananlann cennete girmeleri nasıl mümkün olur?

Nitekim Kur'an'da, Âl-i İmran 85. ayette; "Kim İslâm dinînden başka bir din ararsa, ondan o din elbette kabul edilmeyecektir ve o kişi ahirette felâkete uğrayanlardan olacaktır" buyuruluyor.
Şu kadarını da söyleyelim:

Din tektir, ama şeriatlarda bazı farklılıklar olması mümkündür ve olmuştur. Meselâ bizim Peygamberimizin şeriatında iki kız kardeşi bir arada nikahlamak caiz olmadığı halde, daha önceki şeriatlarda caizdi.

Yani, İslâm'ın yanına Hıristiyanlık ve Yahudiliği de katarak hepsine birden "Semavî dinler" denilmesi doğru olmamakla beraber, "Hz. Musa şeriatı, Hz. İsa şeriatı, Hz. Muhammed şeriatı" denilmesi doğrudur.

Bu mânâda, Maide Sûresi 48. ayette; "-Ey Resulüm- Biz sizlerden her biriniz için bir şeriat ve minhac koyduk" buyuruluyor.

Minhac, bir şeriatın yolu, yöntemi ve değişmeyen iman esaslandır.

Ali Eren
Gazeteci-Yazar
28 Şubat 2002
e-mail: ali_eren@hotmail.com



Ahirette ibadet olacak mı?

Ahirette ibadet olacak mı?

Âhiret inancımız odur ki, insanlar kıyamet koptuktan sonra tekrar diriltilip mahşer yerinde toplanarak hesaba çekilecekler. Önce, ömrü boyunca, yaptığı iyi-kötü bütün fiillerinin yazılı olduğu amel defterleri herkesin eline verilecek.

Kendi yaptıklarını okuyan herkes, zaten akıbetini anlayacak ama, buna rağmen "insan başıboş yaratıldığını mı zannediyor?" buyuran Rabbi tarafından ayrıca hesaba da çekilecek.

Niceleri bir de bakacak ki, kendince gizli yaptığı ve hiç kimsenin görmediği zannettiği bütün günahlar, hiç eksiksiz kaydedilmiş...

"Keşke bu kitap bana hiç verilmeseydi" diyecek ama artık iş işten geçmiş olacak. Herkes,
İman edip etmediğinin, ibâdetlerini tam yapıp yapmadığının, Yeryüzünde fitne çıkarıp çıkarmadığının ve iyi-kötü her türlü hareketinin hesabını verecek.

Sorgu ve suâle muhatap olmadan doğrudan cennete girenler olacağı gibi, hiç sorgu-suale tabî olmadan doğrudan cehenneme sevkedilenler de olacak.

Müslümanlar, melekler tarafından karşılanıp cennete alınacaklar, tek bir peygamberi dahi kabul etmemiş olan kâfirler de hor, hakir, sefil, perişan ve sonsuz bir pişmanlık İçinde cehenneme sevk edilecekler...

Ancak, iman ve inanç sahibi, fakat günahkâr olan Müslümanlar da günahları nisbetinde azap çekmek üzere, geçici olarak cehenneme atılacaklar.

Sonuçta, insanların kimi cennete kimi de cehenneme girecek...
• • • 

Cehennem, binbir türlü sıkıntı, işkence ve azabın olduğu yer...
Cennetse her türlü İyilik; güzellik, rahatlık ve nimetin bulunduğu bir mekan...
Cehennem ateşler diyarı, cennetse nimetler hazinesidir.
Tatmadan önce, cehennem azabının şiddetini ve cennetin güzelliklerini anlamak mümkün değildir.
İkisi de ancak tatmakla anlaşılacaktır.
Yani, dünyaya artık geri dönüşün mümkün olmadığı zaman.
Evet!
Cennetin nimetleri gibi, cehennemin azabı da tadılacaktır.
Dünyadayken iman etmemiş olanlara, "İşte bu senin inkâr ettiğin cehennem ateşidir; tat bakalım" denilecektir.
Kâfirler gerçekleri görüp, "Eyvaah! Meğer peygamberlerin ve Müslümanların söyledikleri gerçekmiş. Yâ Rabbi! Bizi dünyaya tekrar gönder de sana iman ve ibâdet edelim" diyecekler ama, istekleri asla yerine getirilmeyecektir.

Onlara;.
"Siz, şimdi gitmek istediğiniz o yerden/dünyadan gelmiyor musunuz?" denilecek.

• • •

Değerli okuyucularımız,
Hepimiz biliyoruz ki, iman da ibadet de bu dünyada yerine getirilmelidir.
Getirilmelidir ki, insanlar o sayede cennete girebilsinler.
Cennette imansız hiçbir kimse bulunmayacağı gibi, -günahının cezasını çekip çıktıktan sonra- cehennemde de imanlı hiçbir kimse kalmayacaktır.
Cehennemdeki son imanlı kimse de çıktıktan sonra, cehennemin kapıları bir daha sonsuz olarak açılmamak üzere üst taraftan kapatılacaktır.
Ondan sonra,
Cennetlikler cennette ebedî,
Cehennemlikler cehennemde ebedî olacaklardır.

• • •

Biz insanlar, bu dünayaya imtihan için gönderildik.
Rabbimiz hayatı da ölümü de yaratmış, ömrümüz içinde hem dikkatimizi ölüm ve ölüm sonrası hayata çekmiş hem de bu imtihan dünyasında bize imkân vermiştir.

Konuşması vahiyden ibaret olan sevgili Peygamberimiz (a.s.),
"Dünya âhiretin tarlasıdır" buyuruyorlar.

O halde,
Ebedî saadet de,
Ebedî felâket de bu dünyada kazanılacaktır.
Dünya ekme, âhiret biçme yeridir.
İbâdet ve imtihan sahası sadece dünya olduğu için, cenetteki Müslümanlar ibâdet etmekle vazifeli olmayacaklardır.
Cennette sadece iki ibâdet bulunacaktır:
îman ve nikâh...
Onun için,
a) Cennette imansız kimse bulunmayacaktır.
b) Cennette nikâhlı hayat, aile hayatı olacaktır. Bazılarının söylediği gibi, nikah sadece bir akitten/anlaşmadan ibaret değildir.

Nikah hem bir akit hem ae bir ibâdettir.
Peygamberimiz Aleyhisselam, "Nikah benim sünnetimdir" buyurduklarına göre, nikah bir akit olmanın yanında elbette bir ibâdettir de.
(Cennette aile hayatının olmadığını söyleyenlerin sözler gerçekleri yansıtmamaktadır. Kur'an'a zıt olan bu iddiaya cevap, ayrı bir yazı konusudur.)

Ayetlerin, cennette evlilik ve aile hayatının olacağını haber vermesine rağmen, aksini iddia etmek, anlaşılmayan bir keyfiyettir.

Bu iddia sahiplerinin, -afedersiniz- "Cennette sex olayı yoktur" diyerek, İslâmî literatürde olmayan ve aynı zamanda fuhuş için de kullanılan "sex" kelimesini kullanmaları da üzüntü verecek başka bir husustur.
(Onlardan hikâyeten kullanmak zorunda olduğum bu kelime için özür diliyorum.)
• • •

Cennetteki insanlar tüysüz-müysüz, yani kılsız olacaklardır.
İnsan vücudunun süs ve zineti olan kaş, kirpik ve saçlar dışında, cennetliklerin vücutlarında kıl olmayacaktır.
Cennette, sakallı sadece bir zat olacaktır; o da insanlığın babası Hz. Adem...
• • •

Değerli okuyucular. Ramazan'ın arefesinde, dünyanın "Bir imtihan yeri" olduğunu ve ölüm sonrasını beraberce yeniden düşünelim istedim; o kadar...

Ali Eren
Gazeteci - Yazar
11 Kasım 2001

Arabalar Yaprak Yakacak. Yeni bir enerji kaynağı geliyor

Arabalar Yaprak Yakacak. Yeni bir enerji kaynağı geliyor

Fotosentezden sonra karbonhidrat yerine araba ve uçaklarda da kullanılabilecek yakıt üreten yaprak geliştirildi. Yapay yapraklar yakın zamanda alternatif enerjikaynağı olarak kullanılabilir. 

AĞAÇ yaprakları artık romantizm unsurlarından biri olamayacak. Daily Telegraph’ın haberine göre Glasgow Üniversitesi bilim insanları, öyle bir yapay yaprak ürettiler ki, bu yapraktan elde edilen ürünün ne olduğunu duyan şaşırıyor. “Turbo gücünde” diye tarif edilen bu ürünler, aslında bildiğimiz yapraktan farksız olarak, fotosentezle besleniyor. Ancak fark beslenmede değil, üretimde. 

Çevreye zararsız yaprak 

Çünkü bu yapraklar, fotosentezin ardından alışılanın aksine karbonhidrat değil, araba ve uçaklarda da kullanılabilecek yakıt üretiyor. Ayrıca yaprak yakıtının tüketilmesi halinde, atmosfere fazladan gaz salınmamış olunuyor ve çevreye zarar verilmiyor. Bu ilginç buluşa, 2 yıl içinde “ince ayar” yapacaklarını açıklayan araştırmacılar, 5 yıl içinde de bunların kitlesel üretimine geçilmesini ve yeni bir alternatif enerji kaynağı olarak gündeme gelmesini öngörüyor.

STAR
19 Şubat 2012 Pazar

ABD robot ordusunu kuruyor. Pentagon, zihin gücüyle yönetilen robot ordusu için kolları sıvadı

ABD robot ordusunu kuruyor. Pentagon, zihin gücüyle yönetilen robot ordusu için kolları sıvadı



ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), yakın gelecekte asker kayıplarını minimuma 
indirmekiçin, Hollywood filmlerinden ilham alıyor. Pentagon'un teknoloji geliştirme birimi olan "Savunma İleri Araştırma Projeleri Ajansı" (DARPA), askerlerin düşünce gücüyle istedikleri görevi yaptırabilecekleri insansı robotlar geliştirilmesi için çalışmalarına başladı.

ÇALIŞMALAR BAŞLADI

Hedefi itibarıyla James Cameron'ın gişe rekortmeni filmi 'Avatar'da kullanılan uzaylı-insan melezi bedenleri hatırlatan projenin araştırma-geliştirme çalışmaları için DARPA'nın 7 milyon dolar bütçe ayırdığı belirtiliyor.

Proje ile geliştirilecek robotların, temizlik, devriye, tıbbi müdahale gibi görevleri de üstlenmesi öngörülüyor.

4 BACAKLI ASKERLER

ABD'li uzmanlar, bir süredir zihin gücüyle çalışan yeni nesil insansız hava araçlarının geliştirilmesi için çalışmalarda bulunuyor. DARPA'nın cephede askerlerin teçhizatlarını taşımalarına yardımcı olmak amacıyla "AlpaDog" adını taşıyan 4 bacaklı bir robot üzerinde çalıştığı açıklanmıştı.

ABD robot ordusunu kuruyor. Robotlar zihin gücü ile kontrol ediliyor

ABD robot ordusunu kuruyor. Robotlar zihin gücü ile kontrol ediliyor

ABD robot ordusunu kuruyor. Robotlar zihin gücü ile kontrol ediliyor

ABD robot ordusunu kuruyor. Robotlar zihin gücü ile kontrol ediliyor


ABD robot ordusunu kuruyor. Robotlar zihin gücü ile kontrol ediliyor

STAR  19 Şubat 2012 Pazar

Bu ay öne çıkanlar