2013-08-30

Adolf Hitler gizlice Müslüman olmuştu ve bu yüzden mağlup olmuştu


                                                        

2. dünya savaşı, adolf hitler, almanya, büyük israil projesi, hasan arıkan, hitler yahudi miydi?, II. Dünya Savaşı, israil'in kurulması süreci, Siyonizm, süleyman hilmi tunahan

                                                              
hitler


Hitler'i iktidara Siyonistler getirmiş, ordusunu, hava kuvvetlerini bile Siyonistler kurmuştu. Ama o sonradan gizlice Müslüman oldu ve Müslümanların menfaatine, Siyonistlerin aleyhine mücadele etti. Sonu da Siyonistlerin elinden oldu.

Dönemin Kudüs Müftüsü olan ve Hitler ile yakından tanışan Emin el Hüseyni, Hitler'in Müslüman olduğunu söyleyenlerden, buna şehadet edenlerden biridir.

Silsile-i Saadatın 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan kuddise sirruhu da, Hitler'in gizlice Müslüman olduğunu ifade edenler arasındadır. Süleyman Efendi, yetiştirdiği yakın talebelerine bu bilgiyi aktarmıştır. Kendisinin yetiştirdiği talebelerinden Hasan Arıkan Hocaefendi de bir sohbetlerinde bu bilgiyi şu şekilde aktarmıştır:


Hazreti Üstazımız Sultan Abdülhamit Hazretleri için ‘Dünyada ve ahrette onun müdafaasını ben yapacağım.’ Buyurmuş. Hakkında çok iftiralarda bulundular ama güneş balçıkla sıvanmaz, artık gerçekler konuşulur oldu, anlatılır oldu. Kızıl sultan değil ulu hakan’dır. Asrındaki devlet adamları Sultan Abdülhamit’i takdir ediyorlar. İngiliz hariciye vekili düşmanı olduğu halde ‘ Hasmımdı ama onun vefatıyla diplomasi mesleği zevkini kaybetti’ diyor. Alman kralı II Kaiser Wilhem’e yakınları ‘ görüştüğünüz devlet adamları hakkındaki kanaatiniz nedir?’ diye sorduklarında diyor ki: ‘Fransız kralı ile görüştüm kendimden aşağı buldum. Japon imparatoru ile görüştüm basit buldum. İngiliz kralı ile görüştüm kendi ayarımda buldum. Ne zaman ki Osmanlı sultanı Abdülhamit Han ile görüştüm; heybeti, zekâsı ve nezaketi karşısında beni bir titreme aldı’ diyor. Kaiser Wilhem iman etmiş gizliden. Ben bunu Hz. Üstazımızdan duydum. Ve döndüğü zaman Berlin’de de bir cami yaptırıyor. Hitler de imanlı insanlarmış. Hz Üstazımız ‘sizin kardeşinizdir’ demişti. Gizlice Müslüman olmuş. Mağlup olmasının sebebi de 2. cihan harbinin İslam'a faydası oldu. Yani Hitlerin faydası oldu. Pakistan, Hindistan vs. Müslüman memleketler bu harp vesilesi ile istiklale kavuştu. Gittiği yerlerde Müslümanlara zararı olmamış. Mağlup olmasının bir sebebi de, İngiliz casusları, Hitler cephede namaz kılarken gizlice fotoğrafını çekmişler, alman general ve padişahlarına fotoğrafı dağıtmışlar, Paşaların Hitlere bağlılığı gevşeyiveriyor. İşte sizin itaat ettiğiniz Müslümandır falan diye.. Hitler çok ateşli konuşurmuş, sert hatipmiş. Alman orduları Lenin Gard’a yaklaşmış, üç gün art arda radyoda söylüyor: ‘Cenaba-ı Hak kendine isyan edenleri te’dip, onlara su’i azap ile tağzip için her asırda bir şahsiyeti gönderir.’ ‘Bu asırda da Cenab-ı Hak kendine isyan edenleri te’dip, onlara su’i azab ile tağzib için beni gönderdi’ diyor. Üç gün arkası arkasına radyoda beyanat veriyor. Bu bir ayet mealidir. Cenaba-ı Hak ( Araf suresinin 167. ayeti celilisinde: RABBİN İLAN EDİYOR Kİ KIYAMETE KADAR İSYAN EDENLERİ TE’DİP, ONLARA SU’İ AZAP İLE TAĞZİP İÇİN BİR ŞAHSİYETİ GÖNDERİR) Ayet bu, Hitler ayet okuyorum demiyor.

****
"Allah, her devirde, yoldan çıkmış milletleri cezalandıracak birini gönderir. Bu devirde o kişi benim."

| Adolf Hitler



Suriye illüzyonu ve Ortadoğu: Egemenliğin Yolu

suriye
suriye

ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI VE İSRAİL


TED GALEN CARPENTER, Foreign Policy dergisinin 91-92 kış sayısında şöyle diyordu: (Ted Galen Carpenter, "The New World Disorder", Foreign Policy, 85 Winter 1991-1992; sh. 24-39)

"Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra, üstelik son yıllarda ortaya çıkan yeni güç odaklarına rağmen dünyadaki en büyük askerî gücü ve bu gücü kullanma iradesini elinde tutan en büyük devlet olarak, ABD'nin kaldığı görülüyor. Bu durum bazılarına bugün tek süper devletli bir dünyada yaşadığımızı, artık dünyanın tek polisinin Birleşik Amerika olduğunu ileri sürmek olanağını veriyor."

Gerçekten de ABD'nin Sovyet vetosundan kurtulmasıyla birlikte, Birleşmiş Milletler içinde büyük bir etkinlik kazanması ve bu sayede Irak ve Libya karşısında uluslararası toplumu peşinden sürüklemeyi başarması, bu şekilde düşünenleri haklı çıkaran kanıtlardı. Nitekim 1992 yılında hazırladığı son derece önemli bir raporda Pentagon (The New York Times, 8 Mart 1992), ABD'nin hiçbir devlet ya da kuruluşla yetki ve güç paylaşımına gitmeden dünya barış ve güvenliğini korumak için, kollarını sıvamasını istiyordu. 8 Mart 1992 tarihinde The New York Times gazetesine sızan ve büyük tartışmalara yol açan "Tek Süper Devletli Dünya Raporu" adlı bu raporda, Amerikan dış ve savunma politikasının bundan böyle tek amacı şu şekilde belirtiliyordu:

"Batı Avrupa'daki, Asya'daki ya da eski Sovyetler Birliği'ndeki devletlerden hiçbirinin Birleşik Amerika'nın karşısına dikilecek, ona kafa tutacak güce erişmesine izin vermemek..." 

Başka bir deyişle ABD egemenliğinde tek süper devletli bir dünya kurmak ve bu dünyanın devamını sağlamak... Raporu hazırlayanlara göre bu amaçla ABD kendisine karşıt olabilecek
devletleri uluslararası alanda daha büyük roller yüklemeye heveslenmekten, kendisinin ve dostlarının çıkarlarını korumak için onları saldırgan politikalar izlemeye, çekirdekli/nükleer silahlar edinmeye kalkışmaktan caydıracak kadar büyük bir gücü her zaman elinde tutmalıydı.

Ortadoğu: Egemenliğin Yolu

BUNUN DA yolu kuşkusuz Ortadoğu'dan geçiyordu. Çünkü Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesi üç kıtanın birleşmesinden kaynaklanan jeostratejik öneminin yanısıra, dünyanın şu anki petrol rezervlerinin yüzde 65,7'sini (yani üçte ikisini) barındırması nedeniyle büyük bir ekonomik öneme sahipti. (Baskın Oran, Kalkık Horoz, sh. 19)

Hangi anlamda ele alınırsa alınsın, Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir köprü durumundaydı ve bu üç kıtaya açılan bir kapı, eski dünyanın ortası, kalbi olma niteliğini her zaman koruyacaktı. Kıtalar arasındaki bu merkezî konumundan ötürü tarih boyunca çeşitli yönlerden gelen göçlerin geçit yeri ve tarihin ilk devirlerinden bu yana insanlığın kaderini belirleyen uygarlıkların beşiği olmuştu. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti'ni parçalayan sömürgeci güçlerin bölgedeki denetimleri İkinci Dünya Savaşı'na kadar sürdü. Savaştan sonra bölgede dengeler değişmişti, Filistin'de kurulan İsrail Devleti'nin izlediği Siyonist politika, (Ortadoğu Barış Süreci ve Türkiye Üzerine Etkileri, Genelkurmay Başkanlığı, Harb Akademileri Komutanlığı) bölgenin duyarlı dengesini bozuyordu. Yöredeki eski etkinliklerini kaybeden İngiltere ve Fransa yerine ABD, İsrail Devleti'nin destekçisi olarak önemli roller üstleniyordu. Bu tehlikeli ikilinin bölgedeki etkinliği artarken bölgeye, kan ve nefret kelimeleri hakim oluyordu.

Hava Kuvvetleri'nde görevli Albay Mehmet Kocaoğlu'na göre, Ortadoğu petrollerinin ABD ve Batı pazarlarına akışının kesintisiz devam etmesi bir ABD reel politiğiydi ve bölgenin jeostratejik konumu ve sahip olduğu zengin petrol rezervlerinden dolayı Ortadoğu, özellikle Körfez Bölgesi ve çevresi ABD millî güvenliği ile ilişkili bir hale gelmişti.

Albay Mehmet Kocaoğlu şöyle diyordu:

"Tarihsel süreç incelendiğinde görülecektir ki, dünyada hiçbir bölge Ortadoğu kadar yoğun bir bölge olmamıştır. Sanayileşme sonucu, petrolün son derece önemli bir nitelik kazanması ve bu maddenin de Ortadoğu'da bulunmasından ötürü, sadece bölge içi ülke ve güçlerin değil, bölge dışı emperyalist güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesi alanı haline dönüşmüştür. 1990'da Kuveyt'in Irak tarafından işgali ile başlayan Körfez Krizi ve 1991 Körfez Savaşı, Ortadoğu petrolleri üzerinde sürdürülen nüfuz kurma mücadelesinin tipik ve en çarpıcı özelliğini oluşturmaktadır."

Amerikan-Sovyet çatışması bitmiş ve Körfez Savaşı ile Amerikan egemenliği bölgede tescil edilir edilmez, Amerika ve İsrail bölgede yeni bir Ortadoğu resmi çizmişti. Batı dünyası tarafından onaylanmakta gecikilmeyen bu resme göre Ortadoğu, Soğuk Savaş'ın hemen ardından yeni bir "iki kutuplu" sisteme oturmuştu. Bir yanda Amerika'nın uzaktan koordine ettiği ve İsrail'in başını çektiği Ürdün, Arafat'ın FKÖ'sü, Mısır ve Muhafazakar Arap monarşilerinden oluşan bir 'barış cephesi', diğer taraftan da İran, Suriye ve Bağdat'taki Saddam rejiminden ve iki ülke tarafından desteklenen direniş örgütleri... 

İşte böyle bir cepheleşmede Türkiye'nin yeri nerede olacaktı? Amerika ve İsrail Türkiye'nin en hassas noktasının PKK terörü olduğunu biliyor ve Türkiye'yi kalbinden vuruyordu. Genel
kanı ABD-İSRAİL ikilisinin, bölgedeki terörün aynı merkezden yani Şam'dan yönetildiği, dolayısıyla bölgedeki bütün terör hareketlerine karşı ortak hareket etmeleri gerektiği düşüncesini Türkiye'ye dayattığı ve Türkiye'nin de bu fikre sıcak baktığı ve bu yüzden bu ikili ile işbirliğine girdiği şeklindeydi. Yani Türkiye'ye, PKK'nın da, İsrail karşıtı direniş hareketlerinin de aynı merkezden yönlendirildiği, dolayısıyla birlikte mücadele edilmesi gerektiği söyleniyordu.

Durum gerçekten böyle miydi? Türkiye'nin yaklaşık 20 yıldır en büyük baş belası olan PKK gerçekten Şam'dan mı idare ediliyordu? Yoksa bu bir illüzyondan başka bir şey değil miydi? Çünkü biz biliyorduk ki...

İsrail PKK'yı Destekli(yor)du

ABD'nin dış siyaseti tamamen Yahudi Lobisinin elindedir. Hedefleri Büyük İsrail Devleti'dir.

ortadoğu
ortadoğu

YENİ ORTADOĞU RESMİ; MİTLER VE TÜRKİYE

"Mısır Irmağından büyük ırmağa, Fırat nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim."
Tekvin, 15/18

ASLINA BAKILIRSA, bölgedeki ABD'nin çıkarları İsrail'in çıkarlarıyla örtüşüyordu. Kaçınılmaz bir zorunluluktu bu. işte bu örtüşen çıkarlar da kaçınılmaz bir şekilde Türkiye'ye İsrail'i dayatıyordu. ABD başkanlarından Carter'ın "İsrail'in başarısı politik bir mesele değildir. Olması şart olan bir inançtır" sözü ABD'nin İsrail'le olan ilişkisini gözler önüne seriyordu. Şöyle diyordu Carter: "İsrail'i üzeceğime politik hayatıma son vermeyi tercih ederim." (Middle East Contemporary Survey, Colin Legum, sh. 30)

ABD Parlamentosu'nda yaklaşık 20 yıl senatörlük yapan Paul Findley, ABD dış politikasının belirlenmesinde Yahudiler'in ne denli belirleyici olduğunu anlatan ABD'de İsrail Lobisi adlı kitabında son derece çarpıcı bazı gerçeklerin altını çiziyordu. Arap-İsrail anlaşmazlığının çözümü için özel bir çaba sarfeden ve bu amaçla İsrail işgali altındaki Lübnan'da bulunan Sabra, Şatilla, ve Tel-Zaatar kamplarını yakından inceleme gereği duyan Findley, Yahudi lobisinin yoğun ve ısrarlı kampanyası dolayısıyla sonunda seçimleri kaybetmişti. Nitekim İsrail lobisinden bir yetkili bu olayı şöyle değerlendiriyordu:

"Sonunda Findley'i defettik. Rakibi Durbin'in harcadığı 750 bin doların 685 binini biz Yahudiler'den topladık ve onu defettik."

İsrail Lobisi ile kararlı bir mücadeleye girmekte gecikmeyen, Findley, Lobi ile ilgili bütün kuruluşların faaliyetlerini tüm imkanlarını kullanarak araştıracaktı. Yaklaşık iki yıl süren araştırmasında Findley, ABD dış politikasının neredeyse Yahudi lobisi tarafından yönlendirildiğini iddia ediyordu. Kitabı tamamen bunların kanıtlarıyla dolu olan Findley, Demokratların İllionis vali adayı Adlai E. Stevenson'un başına gelenleri şöyle yazıyordu:

"Stevenson, İsrail'in işgal ettiği topraklarda yerleşim bölgeleri oluşturmasını engellemeye çalışan bir de tasarı hazırlamıştı. Bu olay hem Carter hem de Reagan yönetimlerince yasadışı ve barışın önündeki en önemli engellerden biri olarak gösterilmişse de, yönetimler kınama mesajları yayınlamaktan başka hiçbir şey yapmamışlardı. Stevenson hazırladığı tasarı ile, İsrail yeni yerleşim bölgeleri kurmaktan vazgeçinceye kadar, yapılması düşünülen 150 milyon dolarlık yardımın dondurulmasını öneriyordu. Yardım tamamen dursun demiyor, sadece o yıl yapılması kesinleşen 2.18 milyon dolarlık yardımın bir kısmı dondurulsun diyordu. Tasarı hakkında konuşurken, Stevenson, İsrail'in aldığı Amerikan yardımının Amerika'nın tüm ülkeler için ayırdığı yardım bütçesinin yüzde 43'ünü oluşturduğunu özellikle vurgulamıştı:

"İsrail'e gösterdiğimiz bu cömertlik ve önceliğin faturasını kendi insanlarımızın ekmeğinden keserek ve Amerika'nın özgür dünyadaki veya gelişmekte olan ülkelerdeki yaşamsal çıkarlarını tehlikeye atarak ödüyoruz. Eğer verdiğimiz para ve destek Ortadoğu'da istikrar sağlayacak ve İsrail'in güvenliğini garanti altına alacaksa bir işe yarar. Ama görünen o ki, verilen yardım ABD'nin İsrail'in güdümüne daha fazla girmesine, Ortadoğu'nun daha çok karışmasına, İsrail'in daha fazla tehlikeye düşmesine ve ABD'nin dünyadaki otoritesinin durmadan daha fazla kaybolmasına neden oluyor. Burada sorun İsrail'e yaptığımız yardım değildir. Sorun, İsrail'in barış çabalarına ve adaletin yerine getirilmesine ne kadar yardımcı olduğudur. Önerdiğim şey, İsrail hükümetinin, İsrail'in çıkarlarının bizimkilerle uyum içinde olması gerektiğini anlamaya çalışmasıdır."

Tasarı, tıpkı Hatfield'inki gibi büyük çoğunlukla reddedildi. Oylamadan sonra birkaç senatör, Stevenson'ın yanına gelerek, "Adlai, çok haklısın ama neden sana karşı oy kullandığımızı anlarsın. Belki gelecek sefere" dediler. Hayır, Stevenson anlamamıştı. Stevenson Lobi'yi yeterince tanımıyordu daha. Lobi'nin başka bir "cephe"de işe koyulduğunu sonradan anlayacaktı. Bu cephe, Yahudi Lobisi'nin en güçlü olduğu cephelerden biridir, yani medya cephesi. Tasarıyı hazırlamasının nedenlerinden biri olarak da medyayı göstermişti. Çünkü halkın böylesine önemli bir konudan haberdar olmak isteyeceğini düşünmüştü. Ancak haber servisleri bu olayla hiç ilgilenmediler. Problemin önemli boyutlarından biri de budur. Sadece Amerikan politikacıları sindirilmemiş, Amerikan gazetecileri de sindirilmişlerdir.

Anti-Stevenson kampanyasını yürütenler onu Araplar'ın yürüttüğü ekonomik şantajın destekleyicisi olarak da göstermeyi uygun buldular. Bu öylesine uydurma bir hikayeydi ki, anlamak için Stevenson'ın Senato'da görev yaptığı süredeki siciline bakmak yeterdi. 1977'de yürürlüğe giren ve Amerikan şirketlerinin Araplar'ın İsrail'e uyguladıkları ekonomik boykota katılmalarını yasaklayan yasayı hazırlayan kişiydi. Ama anti-kampanya yürütenler oturup Stevenson'ın hayatım yeniden yazdılar. Stevenson boykotu kaldırmaya çalışanları engellemekle suçlanıyordu.

Aslında tasarının sağ salim yasallaşmasını sağlayan da oydu. Bu başarısından dolayı, Amerikan Yahudileri Konseyi'nden bir başarı plaketi ve bol bol övgü almıştı. Ulusal Yahudi Kuruluşları Konseyi'nin Başkanı Thedore R. Mann, Stevenson'a yazdığı bir teşekkür mektubunda, "örgütünün kendisine duyduğu minnettarlığı" aktarıyordu. Mann mektubunda, "Hazırladığınız tasarının yasallaşması, sadece Amerika'nın adalet için gösterdiği çabaların Amerikan Yahudileri tarafından bir kez daha anlaşılması için bir vesile olmamış, daha da önemlisi, ulusumuzun ilkelere ve ahlaka olan duyarlılığının da bir kez daha kanıtlanmasını sağlamıştır" diyordu.

(...) Stevenson valilik seçimlerini eyalet tarihine geçen en az oy farkıyla kaybetti. Aradaki fark sadece 5.074'tü. Bu rakam 3.5 milyon olan toplam oy oranının yüzde onunun yedide birine eşitti.

Time dergisinin yazdığı gibi, seçim günü öyle düzensizlikler ve karışıklıklar olmuştu ki, böyle şeyler yalnızca güldürü filmlerinde olabilirdi. Seçim öncesi Chicago'nun çeşitli bölgelerinde onbeş seçim sandığı anlaşılmaz bir şekilde ortadan yok oldu. Başka bazı sandıklar da sandık görevlilerinin arabalarında ya da evlerinde "unutulmuştu." Stevenson sandıkların yeniden sayılmasını istedi ama.İllionis Yüksek Mahkemesi 4'e karşı 3 oyla reddetti. Sandıklar gayri resmi olarak tekrar sayıldığında ise, aradaki farkın 5000'den 7000'e fırladığı görülmüştü.

Seçim sonrasında, tarafsız bir Chicago gazetesinde yayınlanan başyazı, karalama kampanyasının seçimler üzerinde ne denli etkili olduğundan söz ediyordu:

"Chicago bölgesi Yahudiler'inin son anda giriştikleri yoğun çaba, eski vali Thampson'ın koltuğuna göz dikmiş olan Adlai Stevenson'ın hevesini kursağında bıraktı. Seçimlere bir hafta kala, pek çok Chicagolu ve taşralı haham Stevenson'ın aleyhinde vaazlar verdiler. Yahudi yerleşim bölgelerinde binlerce el ilanı dağıtıldı. Herkes eski senatöre cephe almıştı."

Yapılan saldırıları ayrıntıları ile anlatan yazı şöyle sona eriyordu:

"Büyük bir kararlılıkla yürütülen anti-Stevenson kampanyası, Stevenson çoğu kez suçlamalara cevap vermediği için olsa gerek, başarıya ulaştı ve daha önceki Senato seçimlerinde ona ve politikalarına güvenen 248.000 seçmenin oylarını Thompson'a vermelerine neden oldu."

Kampanya yöneticisi Joseph Novak, "Eğer o karalama kampanyası olmasaydı, Stevenson bugün koltuğunda oturuyor olurdu" diyor. Chicago'nun uzak yörelerinde, seçimi alacaklarından emin oldukları Highland Park ve Lake Count gibi yerlerde bile yenilmişlerdi. Halkla İlişkiler sorumlusu Rick Jasculca, "Kesinlikle arkadan vurulduk, kesinlikle" diyor ve "Beni rahatsız eden asıl şey, Philip Klutznick'in dışında hiçbir Yahudi liderin veya hahamın, Stevenson'ın İsrail düşmanı olduğu saçmalığını yalanlamaması" diye ekliyordu.

Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi(AlPAC)'ın başkanı Thomas A. Dine, gözleri pırıl pırıl, zaferin tadını çıkararak konuşuyordu:


"İsrail'e yönelik düşmanca tutumu ona seçimi kaybettirmiştir. İllionisli Yahudi yurttaşların oyları onu defetmeye yetti."
Tıpkı Dine gibi, Stevenson da Yahudiler'in seçimi kazanamamasında önemli rol oynadıklarını düşünüyordu:

Stevenson'ın İsrail Lobisi'nin ABD politik hayatını nasıl etkilediği üzerine yaptığı yorum ise şöyle:

"Korkunç bir sindirme harekatı var ve Amerika'daki pek çok azınlıktan biri olan Yahudi azınlığın eylemcileri ve lobicileri, İsrail hükümetinin aldığı her kararı, yanlış ya da doğru, destekliyorlar. Bu işi yaparken öylesine hırçın ve kararlı yapıyorlar ki, hem insanları sindiriyorlar hem de azınlık olmalarına karşın tüm Amerikan politik hayatını etkiliyorlar. Başka bir deyişle, ABD'deki Yahudi cemaati İsrail'dekinden çok daha güçlü ve tek merkezli. İsrail Başbakanı'nın, Ortadoğu sorunları konusunda Amerikan dış politikası üzerindeki etkisi, kendi hükümetinin üzerindeki etkisinden genelde çok daha fazla." (ABD'de İsrail Lobisi, Pınar Yayınlan, sh. 158-160)
Findley, İsrail'in "Amerikan Dış Politikası" üzerinde ne denli etkin olduğunu, İsrail'in çıkarlarına aykırı hareket edebilecek bütün ABD senatörlerinin nasıl sindirildiğini anlatan 542 sayfalık kitabında herşeyi bütün açıklığıyla anlatılıyordu. Amerikan dış politikası ile Yahudiler arasındaki ilişkiyi anlatan ve Amerika'da milyonlarca satan The Lobby adlı kitabın yazarı Edward Tiunan ise kitabı hazırlarken karşılaştığı bu zorluklarla ilgili olarak şöyle diyordu:

"Konu çok hassas ve politik açıdan tehlikeliydi. Yahudi liderler, kongre üyeleri ve onların dostları Yahudiler'in ABD üzerindeki planlarını örtbas etmeyi tercih ediyorlardı. Bu konuda defalarca uyarıldım."

Kurmay Albay'ın Lobi Yorumu

Amerika'nın, işgallerine bahane ettiği Saddam Hüseyin, bir Amerikan ajanıydı

saddam
saddam

(...)

Bazı iddialara göre Irak'ın Kuveyt'i işgalini önceden bilen ABD bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Irak'ın, Kuveyt'i işgal ederek petrol rezervleri bakımından tekel oluşturması, bölgede ve Arap aleminde lider olma heveslerini kırmakla kalmadı, ABD'nin bölgede sürekli kalmasını meşru hale getirmiş oldu. Kuzey Irak'taki bugünkü oluşum tamamiyle bu stratejik hatanın bir sonucudur.

Yani Saddam tam da ABD-lsrail ikilisinin istediğini yapmıştı.
İşin garip tarafı ABD ve İsrail, Körfez Savaşı başlamadan önce Kuveyt'in yanında olduklarını söylemelerine rağmen Irak'ı silahlandırmaya devam etmiş oluşlarıydı. 1991 yılında Ana Britannica'nın, ana yıllığının, 106. sayfasında şöyle deniyordu:

"Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, Irak'a savaşın başladığı tarih olan 2 Ağustos 1990'a kadar en gelişmiş silahlar ve silah üretim olanakları sunmayı sürdürmüşlerdir."


Amerika'nın en saygın gazetelerinden olan Washington Post'un bir haberine göre de, Saddam Hüseyin ile CIA, Körfez Savaşı öncesinde bilgi alışverişinde bulunmuştu. Yani Bush yönetimi, Saddam'ın Kuveyt'i işgalini engellemek bir yana, gönderdiği CIA ajanlarıyla, Irak ordusunu teknik ve taktik açılardan eğitmişti. (Meydan, 30 Nisan 1992)

Nitekim 2 Ağustos 1990'da Saddam'ın Kuveyt'i işgal ettiğini açıklamasıyla kötü bir dönemden geçen neredeyse tümü Yahudi olan Amerikan savaş sanayii rahat bir nefes alabilmiş, silah satışlarının artmasıyla birlikte borsalardaki hisse senedi değerleri de yükselmişti.
Örneğin, Lochead Şirketi Başkanı Daniel Tellep, 24 Şubat 1991 tarihinde, Ekonomik Panaroma'ya şunları söylüyordu:

Özgür Suriye Ordusu'nun komuta kademesinde MOSSAD ajanları var




büyük israil projesi, CIA, el kaide terör örgütü, kripto yahudiler, mossad, muhalifler, özgür suriye ordusu, suriye sorunu

                                                    Özgür Suriye Ordusu

 Adı, Jozef Kohin...
Mossad ajanı...
Suriye'de oldu Şeyh Mustafa...
Türk istihbaratının gözetiminde İdlib Azmarin beldesi (Asi nehrine 1 km mesafede) üzerinden İdlib kırsalına geçti tabur komutanı oldu. İdlib kırsalında Suriye askeri noktalarına önemli ve hassas noktalara yapılan saldırıları yönetti.

Ayrıca bu Mossad ajanı gibi bir çok ajanın el kaide komutanı olarak kuzey Suriye kırsalında bulunduğu ve saldırılara komuta ettiği belirtildi.


Türkiye'deki el Kaide terörist destekçilerine boşuna "Abd&İsrail uşağı" demiyoruz. Bu gruplar İsrail'e gık diyemezken salyalı ağızlarıyla Suriye'de cihat diye bağırıyor. Aslında cihat değil, Suriye ye yönelik Haçlı seferlerine bunlar kılavuzluk yapıyor.

Resim Mossad ajanı Jozef Kohin -Suriye de komutan Şeyh Mustafa.

Uğur Mumcu neden öldürüldü?

Uğur Mumcu
Uğur Mumcu

7 OCAK 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde Uğur Mumcu birçok kişinin gözünden kaçan yazısında şöyle diyordu:

"Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı. Barzani'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, "Hayır olmadı" diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.

MOSSAD'ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sidney'de yayınlanan Israel's Secret War's - A History of Israel's İnteligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan lan Black ve Washington'daki Brooking Enstitüsü'nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

Barzani de Yahudi. İşte belgesi....

Barzani
Barzani


'Musul hahamlarından Sallum, müslümanlardan birine hakaret edince önce Selanik'e, oradan da Kudüs'e sürülür.

Barzani ailesi ile ilgili sis perdesi ve aile­nin Yahudi kökenli oluşuyla ilgili yazı­mız, bazı çevrelerce "madem böyle ise, Osmanlı Arşiv ka­yıtlarında bunun belgesi olmaz mı?" kuşkularıyla değerlendiril­di. Daha önceki yazımızda da be­lirttiğimiz gibi Barzani ailesi, bölge­nin -Kuzey Irak'ın- gündemine, 20. yüzyıl başlarında ancak girebilmiş bir ailedir. Meşhur Kürt Tarihçi Meh­met Emin Zeki'ye göre, 1931'de Barzan aşireti 2750 hane civarındaydı.(2)  Barzani, Osmanlılar zamanında bile Zibad nahiyesinin bir köyü olmak­tan ileri gidememişti. Bir başka ifa­deyle küçük bir yerleşim birimi idi. Köyde yönetim ve kontrol, her za­man Barzani ailesinin elinde olmuş­tu.(3) 
Barzani ailesinden Yahudi hahamları çıktığı ve bölgede Yahudiliğe eği­tim öğretim faaliyetleri konusunda bu hahamların çok büyük hizmet ettiğine dair bilgi yalnız, Kürtçe ko­nuşan Yahudilerle ilgili önemli bir uzman olan Prof. Dr. Jona Sabar'a ait değildir.(4) Osmanlı Arşivi'nde bulduğumuz bir vesika da bu aile­den hahamların olduğunu teyid et­mekte, adeta bizim yazımızı sorgu­layanlara cevap vermektedir. 1856 yılına ait bu belgede ileride de ayrıntılarını nakledeceğimiz gibi Musul'dan Selanik'e, oradan da Ku­düs'e sürülen "Sallum Barzani"den bahsedilmektedir. Barzani kelimesi­nin son harfinin Osmanlıca yazılışın­daki "y" harfı (î okunur) bilindiği gi­bi nispet "ye"sidir. Kişinin mensup olduğu şehir ya da aileyi belirtir.

Dolayısıyla Haham Sallum, Barzan aşiretine ya da köyüne mensuptur. 1931'de nüfusu 2750 hane olan, Barzan'ın 1856'daki nüfusu herhal­de onlu rakamlarla ifade ediliyordu. Dahası burada hakimiyet tam olarak Barzanî ailesinde idi. Bölgede "Barzan" adıyla başka bir yerleşim birimi ve aşiret de yoktu. Kaldı ki, bölgede Barzani ailesi ile ilgili dinî kuşkular ve gizli kitap iddiaları yıllardır söy­lenmektedir.(4)

 Bu yazımızda değerlendireceğimiz belgeye göre Musul kazası haham­larından Sallum Barzani adlı Yahu­di, Müslümanlardan birine dil uzattı­ğı için yakalanıp zincire vurularak hapsedilmişti. Sonra da İstanbul'a getirilerek durum Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye'de görüşülerek Selanik'e sürülmüştü. Selanik ve Mu­sul'daki hahamlar, "Onun Selanik'te çaresiz ve perişan bir halde olduğu­nu, Selanik'in havasına alışamadığı­nı, bu durumun onun ölümüne se­bep olmakla kalmayıp Musul'da bu­lunan eşi ve çocuklarının da bir ek­meğe muhtaç olduklarını" mektuplarla İstanbul'daki Hahamhane'ye bildirmişler. Hahambaşının, Sallum Barzani'nin sürgünlüğünün Kudüs-i Şerif olarak değiştirilmesi ve Salllum'un orada gece gündüz padişaha dua ile meşgul olacağının belirtil­mesi üzerine, Kudüs'e Yahudi iskâ­nı ile ilgili tereddütler olduğu için; Hariciye Nezaretinin de görüşü alı­narak 29 Şubat 1856'da Hahambaşı'nca verilen dilekçe Osmanlı Hü­kümetince 11 Nisan'da görüşülerek uygun bulunmuş ve Sallum Barzani 20 Nisan 1861'da bir irade ile Ku­düs'e sürülmüş, daha doğrusu sür­gün yeri değiştirilmişti.(5)


Mustafa Barzani
Mustafa Barzani'nin yıllar sonra kurduğu iliş­kiler, hahamlarla Sallum Barzani ai­lesi arasındaki ilişkilerin yıllarca sür­düğünü göstermektedir. Molla Mus­tafa Barzani, 1950'den beri sık sık zi­yaret ettiği İsrail'de her zaman Ku­zey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kalmak­tadır: Haham David Gabay. Barzanilerin İsrail ile ilişkileri, hiç bir devlet­le kuramadıkları kadar sıkı ve sami­midir. Acaba neden diğer Kürt grupları değil de, Barzaniler bu ilişkide başrolde oynamaktadırlar. 18 Eylül 1972'de Washington Post'un yazdı­ğına göre her ay İsrail'den 50 bin dolar alan, MOSSAD şefi Zwi Şamir'i Kuzey Irak'taki kampında ağırlayan, 1967'de İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan'a sadece bir "Kürt Hançe­ri" götürmekle kalmayıp İsraillilerin bombalayacağı Kerkük Petrol tesis­lerinin planlarını da götüren Molla Mustafa Barzani(6) İslama mı, başka bir dine mi hizmet etmektedir. Bü­yük bir alim ve Seyyid olduğu iddia edilen hangi insan buna sırf "aşiret devleti" koltuğu için razı olabilir. 


Hahamların torunları; Barzaniler

Barzaniler
Barzaniler



Mühtedîlikten Osmanlı'ya, İngilizler'e ve Türkiye Cumhuriyeti'ne isyana...

Hahamların torunları: Barzanîler


Kaliforniya Üniversitesi İbranî Dili Profesörü Tona Sabar'ın ilginç iddiasına göre, özellikle ünlü Barzanî ailesinden gelen hahamlar Kürdistan'ın bir çok yerinde dinî çalışmalar ve eğitim için merkezler kurmuşlardı

Yirminci yüzyılın başlarından itiba­ren Kuzey Irak Kürtlerinin tarihinde mühim rol oynayan Barzanî aşireti ve bölge­deki ilk faaliyetleri hak­kında bizde ciddî bir araştırma yapılmamıştır. Son zamanlarda Mesut Barzanî'nin bazı açıklamaları ile bir kez daha gündemimize gelen bu ailenin tarihî serüveninin özeti, dikkate değer.

Kuzey Irak'ın Hakkâri'ye yakın uç noktalarından birinde, dağlık bir arazide kurulan Barzan Köyü, çevre köylere hâkim bir noktada bulunmakta, Musul vilâyetine bağlı "Zibar" nahiyesinin de merkezini teşkil etmekteydi. Osmanlı Arşivi belgelerine göre 1909'da yine Barzan merkez olmak üzere üçüncü sınıf bir kazaya dönüştü­rülmüştü.(1)

Bu kaza ve çevresinde Barzan, Zibar, Beçil ve Fakih Abdurrahman aşiretleri ayrı ayrı yer­leşim birimlerinde yaşamakta ve çoğu kez de birbirleriyle "aşiret kavgası" yapmaktaydılar. Bu ne­denle Osmanlı yönetimi bölgede güçlü askerî karakollar kurmuş ve önemli miktarda güç bulun­durmak zorunda kalmıştı.(2) 

Aslın­da bu aşiretler çok büyük aşiret­ler değildi. Meşhur Kürt tarihçile­rinden Mehmed Emin Zeki, "1931'de Barzan aşiretinin 2750 hane olduğunu, yerleşik hayata geçip bağcılık, tütüncülük ve hayvancılıkla uğraştıklarını" yazar. (3)

Nakşibendiliğin yayılışı

Barzan Köyü'nün ne zaman kurulduğunu kesin olarak bilme­sek de bu köyün kurulmasında ve gelişmesinde Barzanî Ailesi'nin rolünü biliyoruz. Bu aile­den bilinen ve Barzan Kalesi'ni yapan ilk lider, Mesud'dur. Bü­yük Zap ırmağının sol kıyısında kurulan bu köye, başka bir yer­den damat olarak gelen Mesud, oğlu Said'i bölgedeki meşhur medreselerde okuttu. Said'den sonra oğlu Mesud da benzer bir eğitimden geçti. Özellikle onun oğlu Taceddin, tasavvufa ilgi du­yarak Barzan Köyü'nde bir tekke kurdu.(4)

Bu yıllarda bölgede Kadi­rîlik ve Nakşîlik önem kazanmış­tı. Bölgede Nakşibendîliğin ilk yayıcısı Mevlânâ Halid-i Bağda­dî'dir (1777-1837). 1809 yılında Hindistan'a giderek Abdullah-ı Devlevî'den (ks.) hilâfet alan Halid, kısa sürede bölgenin en etkin şeyhi olmuştu. Özellikle Hakkâri'li Abdullah Nehrî ve Palulu Ali Septî (Şeyh Said'in dedesi) aracı­lığıyla Kuzey Irak ve Doğu Ana­dolu'da yayılan Halidîye, Barzanîleri de tesir sahasına almakta gecikmemişti. Nehrîlerden Seyyid Taha, Barzanlı Şeyh Taceddin'e hilâfet vererek Barzan'daki tek­kenin aktivitesini hızlandırmıştı.(5)

Şeyh Taceddin'den sonra yerine geçen oğlu I. Abdüsselâm, Sey­yid Taha tarafından fıkıh dersleri almış olmanın da avantajıyla iliş­kilerini sıklaştırmış, hatta zaman zaman Halid-i Bağdadîyi (ks.) bi­le ziyaret etmişti. Kürt kaynakla­rına göre I. Abdüsselâm bu ziya­retlerinin birinde Mevlânâ Halid'den bölgenin Nakşî halifesi ol­ma iznini de almıştı. 1872'de şeyhliği oğlu Muhammed'e bıra­karak vefat etti.(6)

Siyasî Kürtçülerden M. Sıraç Bilgin, "I. Abdüsselâm, Osmanlı­ların mecbûrî iskânına ve zorla askere almalarına karşı ayaklan­mış, görüşmelere gittiği Musul'da asılmıştı"(7) dese de ne Osmanlı kaynakları ne de konuyla ilgili Kürt kaynakları bu bilgileri doğrulamamaktadır.

I. Abdüsselâm'ın öldürülmesi olayı ile ilgili Hollandalı Kürdoloji uzmanı Martin Van Bruinessen oldukça farklı ve ilginç şeyler an­latmaktadır. Onun verdiği bilgiye göre, Seyyid Taha'nın kardeşi Şeyh Saleh'den hilâfet alan I. Ab­düsselâm, şeyhinin ölümü üzeri­ne kendisini şeyh ilân etti. Buna kızan Seyyid Taha'nın oğlu ve yeni şeyhi Ubeydullah, 'Abdüs­selâm ve müridlerinin delirdikle­rini, şeytanın kurbanları olduğu­nu" ileri sürerek, ona savaş açtı. Şeyhlerinin yenilmesine rağmen Abdüsselâm'ın müridleri onu mehdi ilan ettiler. Abdüsselâm da korkusundan saklandı. Daha sonra da öldü. Yerine oğlu Muhammed geçti. Muhammed, Şeyh Ubeydullah'a bağlılığını bildirdi. Fakat Ubeydullah'ın Hicaz'a sü­rülmesinden sonra bu kez de Muhammed Barzanî mehdiliğini ilan etti. Bu, bölge halkı tarafın­dan benimsenmedi. Bölgede Bar zanîler "divâne" olarak adlandırıl­maya başlandılar.(8)

Muhammedi Barzanî

Kürt kaynaklarına göre I. Ab­düsselâm'ın yerine geçen Mu­hammed, zâhid, aşiret ve kabile kavgalarından kaçanların sığına­ğı, aktif bir insandı. Osmanlıya yapılan şikâyetler sonucu Bitlis'e sürülmüş, ve bir kaç yıl sonra da sürgünden dönmüştü. Ondan sonra da kimseyi kabul etmemiş ve 1903'de yerini oğlu II. Abdüsselâm'a bırakarak vefat etmişti.(9)

Şeyh Muhammed'in oğlu Molla Mustafa Barzanî anılarında, "1903-1904'de bir gün köylerini basarı Hamidiye Alayı mensupla­rınca tutuklanarak, ailece Diyar­bakır hapishanesine kondukları­nı, bir buçuk yıl kaldıktan sonra döndüklerini" anlatmaktadır.(10)

Diyarbakır ya da Bitlis'te sürgün kalan ailenin bu felâketinde Os­manlı Arşivlerindeki belgelere göre Osmanlı'nın tavrı değil aşi­ret ve tarikat kavgaları rol oyna­mıştı. 1888 başlarında Barzanî aşiretinin katıldığı bir kavgayı Osmanlı ordusu bastırmıştı.(11)

Barzanî aşireti 1898'de Becil ve Fakih Abdurrahman aşiretleriyle siyasî, Eylül 1903'de Şemdinanlı Şeyh Muhammed Sıddık Neh­rî'yle dinî nüfuz mücadelesi ola­rak değerlendirebilecek çatışma­lar yaşamıştı.(12)

Aslında Şeyh Mu­hammed ilginç bir insandı. Keke­me olması nedeniyle tam bir medrese eğitimi alamamış ve ba­basının daha onun medrese tale­beliği döneminde vefatıyla henüz talebe iken; postuna oturmuştu. Rus Kürdolog Bazil Nikin'e göre, kaba yöntemlerle kendi nüfuzu­nu sürdüren Şeyh Muhammed, Şeyh Ubeydullah Nehrinin Os­manlı yönetimince 1880 Kürt is­yanı nedeniyle Hicaz'a sürülme­sinden sonra bölgedeki nüfuzu­nu daha da arttırmış, civardaki aşiret liderlerine birer birer bo­yun eğdirmişti. Bundan sonra o da babası I. Abdüsselâm gibi mehdiliğini ilân etti. Mehdiliğini ilân etmekle kalmadı, Musul'a ve dolayısıyla Osmanlı'ya "cihad-ı mukaddes"(!) ilân etti. Mehdiliği­ni ve cihad çağrısını kabul etme­yenleri acı bir son, feci ölümler bekliyordu. Zibar aşireti liderle­rinden Molla Perisey'in başına gelenler korkunç ve tüyler ürper­tici idi. Molla parça parça edile­rek öldürülmüş, bu parçalar oyulmuş yaşlı bir ceviz ağacının gövdesine konarak yakılmıştı.

Barzanîlere bağlı Becil Şeyhi Nehrili Şeyh Muhammed Sıddık'a yazdığı bir mektupta, "Burada adlarını bile ağza almak isteme­diğim bu rezil aşiretin ve bu kötü ruhlu ailenin bana ettikleri na­mussuzca işler, onur kırıcı işler de var ayrıca. Burada senin ta­rafsız kararını istiyorum. Bilirsin ki, onlar Kur'an-ı Kerim'e bile acımamış ve onun sayfalarını çöpe atmışlardır. Benim mescidi­mi kirletmişlerdir" diyordu.(13)

Yahudi Barzanîler

İsrail'den Suriye'deki el Kaide'ye 50 milyon dolar. İsrail, Suriye'deki teröristleri son bir gayretle ayakta tutmaya çalışıyor

suriye
suriye

"İsrail ve Müttefikleri, Suriye'deki Muhalif Militanları Silahlandırarak Halep’i Elde Tutmayı Deniyor"



Press TV Beyrut’tan politik yorumcu Rıdvan Rızk ile İsrail medyasında yer alan, İsrail’in Suriye’deki isyancılar için silah ve malzeme sağlamak üzere Suudi Arabistan ile 50 milyon dolarlık bir anlaşma yaptığına dair haber hakkında bir röportaj gerçekleştirdi.
Aşağıdaki metin bu röportajın yaklaşık bir çözümüdür.



Press TV: Suudi Arabistan'ın Tel Aviv ile silah satın alma hususunda bir anlaşmaya vardığını çok açık bir biçimde duyuyoruz. Sizce bu eşi benzeri görülmemiş bir şey midir veya sadece Suudi Arabistan ile değil bilakis diğer bölge ülkeleriyle de olmuş mudur?

2013-08-27

AKP ABD İşbirliği: Amerikayı Kalkındırma Partisi

AKP ABD
AKP ABD


Allah’la Kandırma Partisi ya da Amerika’yı Kalkındırma Partisi!


İşte Ak Gerçekler Size:

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
1 ▬ Başbakan Erdoğan bir Amerikan gazetesine yazdığı makalede Irak’a savaşmaya giden ABD’li askerlere dua etti ve:

“Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz.” şeklinde konuştu...

“We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.”

[By Recep Tayyip Erdogan – The Wall Street Journal (March 31st, 2003)]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
2 ▬ Dışişleri Bakanı Gül:

“Dünya barışı için, barışı korumak için, son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir.” dedi.

[http://www.milliyet.com/2006/05/16/siyaset/siy03.html]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
3 ▬ Yirmi beş İslam ülkesinin sınırlarını değiştirip hepsini Irak gibi yapma projesi olan ABD kaynaklı BOP’la ilgili Sayın Gül’ün görüşü:

“Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygun. ABD ile hareket ediyoruz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek.” Şeklinde konuştu.

[http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181295]

Not: Vatandaşlarımızın % 72’si BOP’u tehlikeli görüyor. (25.07.2004 – Yeni Şafak)

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
4 ▬ Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın diyor ki:

“Ben Avrupa’ya gittiğimde kiliseye çok giderim, büyük zevk duyuyorum.”

[II. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri cilt: 2 sayfa: 375]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
5 ▬ Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı yapılan Sayın Mehmet Aydın, İslam dinini Müslüman olmayanlara tebliğ etmeye ‘En DİNSİZCE Hakarettir’ dedi; şöyle ki:

Bazı Müslüman kardeşlerimiz diyor ki yahu bir fırsat düştü, Müslümanlığı anlatalım Hıristiyanlara; Allah belki hidayetini gösterir. (Diyalog çalışmalarında)...

İşin ucunda bilmem adam kazanmak, üye kazanmak varsa, açıkçası bu bir din mensubuna yapılacak en DİNSİZCE bir hakarettir.”
[II. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri cilt: 2 sayfa: 322]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
6 ▬ ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz:

“Biz Irak’a müdahale konusunda tereddüt ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesaret vermiştir.” 

[Irak işgalinden üç ay önceki Türkiye ziyareti esnasında yaptığı açıklamadan]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
7 ▬ Erdoğan, AJC örgütünden bugüne kadar “Cesaret Ödülü” alan 10 kişi içinde Yahudi olmayan tek kişi. Tayyip Erdoğan’a “Cesaret Ödülü” veren “American Jewish Congress” (AJC) adlı kuruluş, WJC’ye bağlı. Theodore Herzl tarafından Dünya Musevilerini bir “ulusal yurda” kavuşturma amacıyla 19. yüzyıl sonunda kurulan “World Jewish Congress” (WJC) İsrail devletini kurmakla amacını gerçekleştirmiş bir Yahudi teşkilatıdır. Daha önce AJC tarafından 10 kadar kişi ödüle lâyık görülmüştü; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan. Listede İsrail’in önemli bütün başbakanları var. Türkiye başbakanına bu ödülün verilmesi de, verildiği mekân da anlamlı: HSBC bankasının New York merkezi…

[http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2004/SUBAT/05/tkivanc.html]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
8 ▬ Bush, Erdoğan’a: “Sen ne harika bir adamsın” dedi.

[(You are a great man) Kasım 2004]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
9 ▬ Çeçenler Rusların dilinde terörist. Erdoğan 3 Kasım seçimi sonrası AKP genel başkanı olarak 170 kişilik heyetle ziyaret ettiği Rusya’da teröre karşı işbirliğinden söz etti.

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
10 ▬ Erdoğan genel başkan sıfatıyla gittiği Çin’de de şöyle dedi:

“Tek Çin anlayışını destekliyoruz. Çin’in toprak bütünlüğü konusunda Türkiye’nin herhangi bir tereddüdü yok, saygısı vardır. Terörün dini, milleti, ırkı olamaz.”

(Çin, işgal ettiği Doğu Türkistan’ı kendi toprağı sayıyor ve özgürlük mücadelesi veren 30 milyon Uygur Türk’ü kardeşimize de terörist diyor! Tayyip Bey’in sözü bu manada nasıl değerlendirilecek?)

(Tayyip Erdoğan, diline pelesenk olduğu üzere, Pekin’de de “Han, Mançur, Moğol, Doğu Türkistanlı, Tibetlisi ile Çin bir büyük mozaiktir. Bu da büyük zenginliktir” demeliydi (!) alıntı)

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
11 ▬ Yurtdışı turları ve ilginç temasların ardından Erdoğan, milletvekili oldu. Aradan dört buçuk yıl geçmesine rağmen AKP “Acil Eylem Planı”nı bile tatbik edemedi.

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
12 ▬ Kuzey Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirildi. Buna ciddi hiçbir tepki gösterilemedi.

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
13 ▬ Üstelik ağır ve ciddi çuval olayı sonrası “ABD’ye nota verecek misiniz?” sorusuna başbakan şöyle veciz (!) bir cevap verdi:

“Bu müzik notası değil. Öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır.” 

[http://www.hurriyet.com.tr/agora/article.asp?sid=1&aid=2257]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
14 ▬ Erdoğan’dan enteresan bir açıklama:

“Amerika’nın düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi; Diyarbakır işte bu proje içinde bir yıldız, bir merkez olabilir. Bunu başarmamız lazım!”

[(15 Şubat 2004, Kanal D, Teke Tek Programı) 18.02.2004. Hürriyet Gazetesi, sayfa: 20.]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
15 ▬ Sözde Ermeni Soykırımı meselesinde Dışişleri bakanlığı, yetersiz kaldı. Üstelik Sözde Ermeni soykırım yasasını kabul eden ülkelere yenileri eklendi:

[İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Litvanya (2005), Arjantin (2006)...]

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
16 ▬ 1 Mart Tezkeresi reddedilmesine rağmen, bir genelgeyle, ABD’nin savaş araç-gereçleri Türkiye üzerinden nakledildi.

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
17 ▬ İsrail’in talebiyle ve onun güvenliği için, kamuoyuna rağmen Lübnan’a asker gönderildi.

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
18 ▬ Başbakan Erdoğan, İspanya Başbakanıyla beraber “Medeniyetler Arası İttifak (!?)” eş başkanı oldu.

(Medeniyetler arası ittifak, Dinler arası diyalogun diğer bir ismidir. Gösterilen tepkiden dolayı, medeniyetler arası ittifak ifadesi kullanılıyor.)

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
19 ▬ Başbakan Erdoğan, BOP’un da (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanı oldu. İkinci başkan, Bush...

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
20 ▬ Erdoğan, Gül ve bakanların baskısına rağmen 1 Mart tezkeresine ‘hayır’ diyen milletvekilleri, 22 Temmuz seçiminde aday gösterilmediler!

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
21 ▬ Tezkereye ‘evet’ denmesini isteyen Erdoğan:

“Her zaman, ‘hayır’da hayır yoktur. Rahat olun, gelişmeler kontrolümüzde” dedi.

▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬▬
22 ▬ Erdoğan, tezkere geçse de geçmese de ABD’nin harekâtta kararlı olduğunu belirterek, Türkiye’nin 2003 yılı içinde 73 milyar dolar borç ödemesi olduğunu söyledi ve tezkerenin çıkmaması halinde Türkiye’nin ekonomik olarak çok sıkıntıya gireceğini ifade etti.

(Hatta Erdoğan’ın “Tezkereye hayır diyen, bana hayır demiş olur”... “Tezkere geçmezse memur maaşlarını ödeyemeyiz” dediği ifade edildi.)

Arap Baharı mı? Haçlı Seferi mi? Recep Tayyip Erdoğan ne yapmaya çalışıyor?

Haçlı Seferi
Haçlı Seferi


11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi'ne uçakların çarpması hadisesinden ve ardından kendi de bir Evanjelist olan ABD eski başkanı Bush'un "Bu bir Haçlı seferidir." açıklamasını bir katedralde yapmasından sonra bile hâlâ daha gerekirse gözlerini ve kulaklarını kapatarak gerçekleri görmek istemeyen "adı müslüman"ların bulunuyor olması ve bu sahtekarların sayıca samimi müslümanlardan fazla yekun tutuyor olması, biz samimi ehli sünnet müslümanlarının gerçekleri görmesine mani değildir.

11 Eylül 2001 hadisesi ile birlikte 3. dünya savaşı fiilen başlamış, tam da Şangay Birliği ülkelerinin merkezinde kalan Afganistan işgal edilmiş, oraya devasa askeri üs ve yığınak yapılmış, Şangay kalbinden vurulmuş...
Ardından "22 Ortadoğu/İslam ülkesininin rejimlerini ve haritalarını değiştireceğiz" diye açıkça dünyaya ABD ve müttefikleri tarafından meydan okunmuş...

Irak, kimyasal silah bahanesi ile işgal edilmiş, Irak'ta bir buçuk milyon sivil katledilmiş, beş milyon çocuk yetim kalmış, beş milyon insan evsiz-barksız, işsiz-aşsız kalmış...

Bu süreçte Boşbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Komşuda yangın varken şahsi kanaatim yangına müdahale etmekten yanadır." ve "Her zaman Hayır'da hayır yoktur." açıklamalarını defalarca yaparak, kendi milletvekillerini şiddetli baskı altına alarak, perde arkasından da 24 milyar dolara ABD ile tezkere anlaşması yaparak bizi de bun milyonla masumun katili yapmaya çalışmış...

Yetmemiş ilan ettikleri üzere 22 ülke sıradan geçmeye başlamış, açıktan askeri müdahaleye gücü yetmeyen batı cephesi, Arap Baharı iddiası ile halk ayaklanmaları başlatmış...

Suriye'de Kimyasal silahı yine MUHALİFLER kullanmışlar

Suriye
Suriye

Es-Sefir yazarı Muhammet Blut yazısında Suriye'deki saldırının amacının Suriye ordusunun ilerleyişini durdurmak olduğunu belirtti. medyaşafak.com sitesinden Hasan Sivri'nin çevirdiği bu dikkat çekici makaleyi paylaşıyoruz.
Muhammed Blut
Es-Sefir
Rusya kanıtlarını sundu, Batı ithamdan kaçınıyor, Obama istihbaratın devreye girmesini istedi.
Batılılar ve Amerika, Güvenlik Şurası önünde Suriye rejimini kimyasal silah kullanmakla suçlamaktan neden uzak durdular?
Arap kaynaklar, Batılı ve Amerikalı görevlilerin; kimyasal saldırı ile ilgili, resmi olarak ilan edilmeyen ama savaş sahası ve Guta bölgesini ilgilendiren uydu görüntüleri ve Rus belgeleri destekli bazı şeyler duymuş olabilecekleri üzerinde duruyorlar.
füze kimyasal
Rus heyet, önceki gün Güvenlik Şurasında belgelerle yaşananları aktardı. Toplantı süresince Amerikalılar, uydu görüntülerinde benzer sonuçlara -muhalif taraflardan atılan 2 füzeye- ulaştığından Rusların belgelerine karşılık başka belge sunamamış.

Suriye'nin Birleşmiş Milletler temsilcisi Beşşar Caferi, Rusların belgelerini destekleyecek kanıtlarla süratli bir şekilde Şam'dan New York'a gitti. Batı'nın, Suriye rejimini itham etmesi ve soruşturmaların genişletilmesini talep etmekle yetinmesi, Rusların önceki gün gece saat 01.53'te Duma'dan atılan 2 füzeye ait fotoğrafları, Güvenlik Şurasına teslim etmesine dayanıyor. Ayrıca Batılıların, kendilerine mahsus referanslarına başvurmadan Suriye Muhalif Koalisyonunun, Suriye hükümetine sorumluluk atfettiği yorumlara dayandıkları gözlemlendi.
Ruslar, kimyasal madde taşıyan el yapımı füzelerin, Zehran Alluş yönetimindeki 'İslam Tugayı'nın kontrolü altındaki bölgeden atıldığını söylüyorlar. Zehran Alluş yönetimindeki İslam Tugayı, Guta'daki en güçlü silahlı grup ve 25 bine yakın militana sahip. Arbin, Zemelka, Sekba, Kefbatn, Ayn Terma ve çevre bölgelere dağılmış haldeler. Suriye ordusunun şu ana kadar ki en büyük operasyonu olan ve başkentin eteklerinde gerçekleştirilen ''Kent Kalkanı'' hamlesine cevaben, biri eski mıntıka olan Cobar yakınlarında bir beldeye, diğeri de, Doğu Guta'daki Arbin ve Zemelka ortalarına isabet eden iki füze atıldı.
Suriye ordusunun topçu birlikleri gece saat 1 gibi militanların merkezlerini bombalamaya başlarken, sabah 6 gibi de tank konvoyu ve piyade birlikleri özel bir şekilde Cobar'a, muhalif ''Başkent Fetih Cephesi'' grubuna doğru harekete geçmişti. Bölgede 13 muhalif tabur, Suriye ordusuna karşı savaşmak üzere Nusra Cephesi komutasında bir araya geldi. Bu taburlardan bazıları şunlar: ''Harun Reşid, Hak Kılıçları, Muhacirin ve Ensar, Ebu Zer Gifari, Abbas bin Meryem, Sultan Muhammed El-Fatih, Şam Kalkanları, Cobar Şehitleri, Mecd el-Hilafe''

(video) Bitmiş olan PKK terörünü, AKP hükümeti açık bir şekilde körükledi ve hortlattı

ak parti
ak parti


Emekli bir TSK Albayı ihanetin resmini çiziyor... 

AKP'nin ve Tayyip'in ihanetlerini Milli Savunma Bakanlığı Eski Genel Sekreteri
EMEKLİ KURMAY ALBAY ÜMİT YALIM anlatıyor.

" AKP iktidara geldiğince terör büyük oranda sıfırlanmıştı.  PKK teröristlerinin büyük çoğunluğu Kuzey Irak'a kaçmak zorunda kalmıştı. Bunlar silahlarını gömerek ya da satarak ortadan kaybolmuşlardı.
Yani bu gün AKP'nin hedef gösterdiği durum AKP iktidara geldiğinde zaten vardı. 

Hatırlarsınız, teröristbaşının kardeşi Osman Öcalan, teröristliği bırakmak zorunda kalmıştı ve Kuzey Irak bölgesinde fırıncılık yapıyordu. Şu anda hala fırıncılık yapıyor. Ne oldu peki? Bakın ABD hemen devreye girdi, bildiğiniz gibi 4 Temmuz 2003 tarihinde maalesef askerimizin başına çuval geçirildi, ondan sonra artık olaylar gelişmeye başladı. Ve 2004 yılında Amerika ısrarla, Kuzey Irak bölgesindeki tampon bölgenin kaldırılmasını istedi.  Tampon bölge sayesinde bütün terörist kampları bomboştu ve bizim kontrolümüz altındaydı. Hatta kandil dağı bile TSK'nın kontrolü altındaydı.Doğal olarak, tampon bölge kaldırılınca teröristlere gün doğdu.Tekrar bütün terörist kampları şimdi terörist kaynıyor.

Bunun sorumlusu tampon bölgeyi kaldıran AKP hükümetidir. Yani bitmiş olan terörü, AKP hükümeti açık bir şekilde körükledi ve hortlattı. Daha önce askerin alan kontrolü ve yol kontrolü hakları vardı. Onlar da ellerinden alındı. Şimdi alan ve yol kontrolünü teröristler yapıyor. Bakın, kepazeliğe bakın.Nereden nereye geldik. Bunun dışında, kimsenin haberi yok şu anda, doğu ve güney doğu bölgelerinde görev yapan birçok subay mahkemelik. Teröristler şikayet ediyor ve bizim subaylarımız sorgulanıyor. Hiçkimsenin haberi yok.Herkes mahkemelik.

Enerji içeceklerinin bilinmeyen zararları

Enerji içecekleri
Enerji içecekleri

İlk olarak 1987'de Avusturya'da ve 1997'de Amerika'da satılmaya başlanan enerji içecekleri özellikle gençler arasında çok popüler. Bazıları bunları kahvaltıda, öğle ve akşam yemeklerinde ve aralardaki atıştırmalarda adeta su veya soda gibi içiyor. Peki bu kadar kontrolsüz tüketilen enerji içeceklerinin zararlarından haberdar mıyız?

Bu içecekler her geçen Gün daha çok tüketiliyor. Günümüzde dünya piyasasında içerdikleri kafein miktarı kutu veya şişe başına 505 miligrama kadar çıkan yüzlerce marka var.
Fortune Dergisinde 2006 yılında yayınlanan bir rapora göre enerji içecekleri pazarı Amerika'da 2000 yılından beri yüzde 700 oranında büyümüş ve yıllık satış rakamları 5,4 milyar dolara ulaşmış durumda.Oysa ‘Drug and Alcohol Dependence' Dergisi'nin son sayısında yayınlanan araştırma enerji içeceklerinin bilinçsiz kullanımlarına bağlı olarak gençler arasında kafein zehirlenmesinin her geçen gün hızla arttığını ortaya koyuyor.

Ayrıca, enerji içeceklerinin Madde bağımlılığına yol açmasından ve alkolle beraber alınmasının yaratacağı zararlardan ciddi endişe duyuluyor. Kafein bağımlılığı ve kafein yoksunluğu da gençleri bekleyen diğer tehlikeler.

Red Bull'da kokain çıktı

redbull
redbull 


İçeriğinde kokaine rastlandığı için Red Bull, önce Almanya'nın dört eyaletinde raflardan indirildi, sonra Ürdün'de yasaklandı. Şimdi Hong Kong'ta da Red Bull'un farklı türlerinde bulunan kokain nedeniyle yasaklamalar başladı.

Türkiye'de satılan "energy drink" ile "sugar free" ürünlerinde de kokain bulundu.


Red Bull’un Türkiye temsilciliğinden alınan bilgide, yaklaşık 2 yıl önce üretimine başlanan Red Bull Cola’nın Türk piyasasında satışta olmadığı, Türkiye’de Red Bull’un sadece ‘energy drink’ ve ’sugar free’ isimli içeceklerinin satıldığı belirtilmişti. Ancak şimdi ‘energy drink’ ve ’sugar free’ Red Bull'larda da kokaine rastlandı.
ÖNCE ALMANYA VE ÜRDÜN YASAKLADI

"Enerji içecekleri zehirdir, protein tozu zehirdir. Zehirler, tamamen yasaklanmalıdır" Prof. Dr. Canan Karatay.

redbull
redbull


Enerji içecekleri ve protein tozu kalpte büyüme yapar, ani aritmi ve ölüm sebebidir.

Yapay yiyecekler, içecekler, enerji içecekleri vücudun bütün hormonal dengesini altüst ediyor.

Tüm organlarımız; beynimiz, akciğerlerimiz, böbrekler ve karaciğer alt üst oluyor.

Böbreği bozan da şeker.

Karaciğeri iflas ettiren de şekerdir.

Karaciğer iflas etmeye, yağlanmaya başladığı zaman hormonal denge bozulur.

Bu yağlanmayı yapan da şekerli içeceklerdir, enerji içecekleridir ve aşırı karbonhidratlardır.
Enerji içecekleri tamamen yasaklanmalı.

Çocuklara arzı yasaklanmalıdır.

Enerji içecekleri kalp sıpazmı yapıyor


enerji içeceği
enerji içeceği

Enerji içecekleri kalp spazmı yapıyor


Uzman Dr. Nevzat Çizmeci, enerji içeceği adı altında satılan ürünlerin kalp spazmı riskini artırdığını söyledi 

Uzman Dr. Nevzat Çizmeci, özellikle gençler arasında kullanımı giderek artan sözde enerji içeceklerinin okullarda satılmasının yasaklanması gerektiğini söyledi.
Enerji içeceklerinin çocuk ve gençlerden bütünüyle uzak tutulması gereken bir sıvı türü olduğunu belirten Çizmeci, "Enerji içeceklerinin içinde bulunan kafein gibi maddelerin kalp spazmına neden olmakta. Enerji içeceklerinde yoğun bulunan kafein uyarıcı bir madde. Bu madde kalp hızını artırarak, kalpte ritim bozukluğuna yol açmakta ayrıca tansiyonu yükseltmekte." diye konuştu.
Uzman Dr. Nevzat Çizmeci, enerji içecekleri ve spor içecekleri ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Enerji içecekleri ile spor içeceklerinin birbirinden çok farklı olduğuna dikkati çeken Çizmeci, spor içeceklerinde karbonhidrat, vitamin, mineral ve sodyum, potasyum gibi kan için gerekli maddelerin bulunduğunu söyledi. Enerji içeceği olarak adlandırılan içeceklerin ise kafein ve guarana gibi uyarıcı maddelerden oluştuğunu hatırlatan Çizmeci, spor içeceklerini ağır spor yaparak sıvı kaybeden kişilerin su ile birlikte tüketebileceğini anlattı.

Günlük fiziksel aktivitesini yerine getiren ya da oyun oynayan çocukların bu içecekleri kullanmasına gerek olmadığını bildiren Çizmeci, şunları söyledi: "Bu tür içeceklerin düzenli kullanılması çocuk ve gençlerde şişmanlık, obezite ve diş çürükleri gibi bir takım sağlık sorunlarını da beraberinde getirir. Enerji içecekleri ise çocuk ve gençlerden bütünüyle uzak tutulması gereken bir sıvı türüdür. Üretici firmalar tarafından bu içeçeklere sözde amino asit takviyesinin yapılmasıyla gençlerin bir takım doğal ihtiyaçlarını karşılıyormuş gibi sunulmaktadır. Örneğin; L-Karnitin'in yağ yakıcı ve şişmanlık önleyici etkisinden söz edilmekte ve açıkça göz boyama ve halkı yanlış bilgilendirme yoluna gidilmektedir. Halbuki içinde kullanılan kafein gibi maddelerin kalp spazmına neden olduğu gerçeğine değinilmemektedir."

"ENERJİ İÇECEKLERİ OKULLARDA YASAKLANMALI"

Enerji içecekleri yasaklanmalı

enerji içeceği
enerji içeceği



Birkaç gün önce gazetelerde “Enerji içeceği olarak satılan ancak içinde cinsel gücü arttırıcı etken maddeler bulunduğu ortaya çıkan Buzzer Plus’ın üretim ve dağıtımının durdurulduğu” haberi vardı.
Bu çok doğru ama eksik bir karardır. Yasak tüm enerji içeceklerini kapsamalıdır.

İçinde insan sağlığı için gerekli olan hiçbir madde bulunmayan, üstelik de ölüme kadar gidebilen pek çok sakıncaları olan enerji içeceklerinin tümünün yasaklanması veya en azından satışlarının sıkı denetim altına alınması şarttır.

Amerikalı gençlerin üçte biri içiyor

İlk olarak 1987’ de Avusturya’ da ve 1997’ de Amerika ve diğer ülkelerde satılmaya başlanan enerji içeceklerinin bugün 140 ülkede 200’ den fazla isim altında satıldığı biliniyor ve bu içecekleri tüketen gençlerin sayısı her geçen gün katlanarak artıyor.

Bazıları bunları kahvaltıda, öğle ve akşam yemeklerinde ve aralardaki atıştırmalarda adeta su veya soda gibi içiyor.
Amerika’ da yapılan bir araştırma 12-17 yaş arası gençlerin yüzde 31’ inin düzenli olarak enerji içecekleri içtiklerini gösteriyor. İster inanın ister inanmayın, 4 yaşındaki çocuklar için pazarlanan enerji içecekleri bile var!

Fortune Dergisinde 2006 yılında yayınlanan bir rapora göre enerji içecekleri pazarı Amerika’ da 2000 yılından beri yüzde 700 oranında büyümüş ve yıllık satış rakamları 5.4 milyar dolara ulaşmış durumda.

Bizde vaziyet henüz o kadar vahim olmasa da, bunlar küçük Amerika olma yolunda hızla ilerleyen ülkemiz için önemli uyarılar.

Enerji içeceklerinde fazla miktarda kafein var

Hayvanat Bahçesinin Minikleri - Yarasa (Belgesel İzle)




(Video) Hobi tutkunları için Indoor / İç mekan helikopterler



Bilgisayarınızın hızını artırmak için RAM eklemelisiniz ama nasıl - Çok kolay, İşte böyle (TeknoHD)




Aselsan'ın yeni geliştirdiği silahlar - Kirpi - Sarp ve termal kameralı silahlar (TeknoHD)




Aynı anda iki farklı izleyici tek televizyonda iki farklı görüntü izleyebiliyor. Yeni Televizyonlar




Fahriye Evcen'in Muhteşem Yüzyıl yorumu. Harem'de dekolte var mıydı? - Tarih diziden mi kitaptan mı öğrenilir?




Dünya Bankası'na ayar çeken Türk çoban

Dünya Bankası
Dünya Bankası



Çoban´ın biri dere kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Tam o anda, Yanına bir Cherokee Jeep yanaşmış. Brioni gömlek, Cerruti ayakkabılar giyen, Ray-Ban gözlüklü ve YSL kravatlı bir sürücü aşağıya inmiş ve çobana sormuş.

Eğer kaç tane koyunun olduğunu bilirsem bana onlardan bir tanesini verir misin?

Çoban bir adama birde koyunlarına bakmış,

Tamam diye cevap vermiş. Genç adam arabasını park etmiş, telefonunu bilgisayarına bağlamış bir NASA sitesine girmiş, GPS´ini kullanarak yeri taramış, bir database ve logaritma ile doldurulmuş 60 excel tablosunu açmış ve 150 sayfalık bir rapor basmış. Çobana dönmüş,

- Tam olarak 1586 adet koyunun var demiş.

Çoban

Doğru diye cevap vermiş,

Koyununu alabilirsin. Genç adam koyunu almış ve jeep´inin arkasına koymuş. Bu sefer çoban genç adama dönmüş.

Eğer senin ne iş yaptığını bilirsem koyunumu geri verirmisin? Diye sormuş.

Osmanlı Devleti Niçin Battı?

Osmanlı Devleti Niçin Battı
Osmanlı Devleti Niçin Battı?


Soru: Osmanlı İslam devleti ve hilafeti niçin geriledi ve battı?.. 

Bu sorunun tam cevabı şimdiye kadar verilememiştir. Batışın dinî, siyasî, kültürel sebepleri vardır. 

Mekke-i Mükerreme'nin fethi

Mekke-i Mükerreme'nin fethi
Mekke-i Mükerreme'nin fethi


Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Mekke müşrikleri ile Hudeybiye'de sulh imzalamıştı. Fakat müşrikler Hicretin 8. senesinde bu anlaşmayı bozmuşlardı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Ramazân-ı Şerîf'in onuncu gününden sonra on bin kişilik bir ordu ile Medîne-i Münevvere’den hareket etti. Yolda Benî Süleym kabîlesi de orduya katıldı.

Fahr-i Âlem Efendimizin muhterem amcası Abbas (r.a.) evvelce Müslüman olmuş fakat Mekke-i Mükerreme'de durduğu için Müslümanlığını gizlemişti. Müslüman olduğunu ilân edip çıkmış ve Medîne-i Tâhire'ye gelmekte iken İslâm ordusuna rast geldi ve bu kudsî ordu ile tekrar Mekke-i Mükerreme'ye döndü. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Yâ Abbas!. Sen muhacirlerin sonuncusu oldun.” buyurdu.

Hanımların efendisi Hz. Fatıma

Hz. Fatıma
Hz. Fatıma
Hazret-i Âişe (r.anhâ) anlatıyor: Bir gün Resûlullâh'ın (s.a.v.) yanında oturuyorduk. Hazret-i Fâtıma geldi. Yürüyüşü tıpkı Resûlullâh'ın (s.a.v.) yürüyüşü gibiydi. Resûlüllâh (s.a.v.) onu “Merhaba ey kızım!” diye taltif ettikten sonra yanına oturtup kulağına gizlice bir şeyler söylediler. Hazret-i Fâtıma ağladı. Tekrar bir şeyler söyledi Hz. Fâtıma güldü.


Ben, ‘Resûlüllâh'ın (s.a.v.) söylediği ne idi ki önce ağladınız, sonra güldünüz?' diye sordumsa da cevap olarak “Resûlüllâh'ın sırrını kimseye ifşa etmem” dedi.


Resûlüllâh (s.a.v.) âhirete irtihal ettikten sonra tekrar sordum. Şöyle dedi:

Ölülere dua günahları af ettirir, azabı kaldırır, dereceyi yükseltir

Ölülere dua
Ölülere dua



Ölünün velisi, yakınları ölünün gömülmesinden bir gün sonra yedinci güne kadar gücünün yettiği şeyi fakirlere sadaka vererek sevabını ölüye bağışlar. Bu, bir sünnettir. Ashâb-ı Kirâm devrinden beri terk edilmemiş ve günümüze kadar işlenmiştir.

Buna gücü yetmezse, iki rek’at namaz kılarak sevabını ölüye bağışlamalıdır.

Bu ay öne çıkanlar